29 Mart 2012 Perşembe

THE SKIN I LIVE IN (2011)


LA PIEL QUE HABITO  

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ 


Hoşgeldiniz. Burası Almodovarland. Burada davranışların direksiyonu duygular. Burada gerçek hayatta olamadığı kadar etkili kadınlar var. Aşk artık gerçek olamaz denilecek kadar Mecnun kıvamında. Hikayeler girift, müzikler kaliteli.



Denebilir ki, bu bir intikamın hikayesi. Çılgınca bir küfür olmaktan öteye gidebileceğini hiç sanmadığımız türden bir intikam hikayesi. İntikamın böylesini Monte Cristo Kontu alamadı, o noktada.
Bense derim ki, bu daha çok, aşık bir adamın hikayesi. Bütün bunlar aşk için. Hepsi aşk için. Gen transferi dehası doktor, sert görünüşünün altında, çok aşık. Saf aşık raddesinde inanıyor. Daha önce de kandırılmış, affediyor. Sonra yine affediyor, yine kanıyor. Filmi tek başıma izlerken, sonlara doğru kendimi “hayır enayi, yapma saf” türünde söylenirken buldum.
Bir nokta var ki, o da bence filmdeki hemen herkes suçlu, ama hiçbiri bunlar olsun istemezdi. Ne Doktor Robert, ne Vera-Vicente, ne de hizmetçi-anne.. Hepsi lanet okunmayı hak ediyor, ama tam okuyacakken bir ‘yazık oldu’ fikri aklından geçiyor. Bu da usta Almodovar’ın stili ve başarısı.

Filmin hikayeyi işleyiş biçimi, tam yerinde geriye dönüşlü anlattığı konusu, kurgusu çok iyi. Ama sonunu beğenmediğimi söylemek zorundayım. Son sahne olmasa, bize daha fazla soru işareti kalacaktı, ayrı bir tat bırakacaktı diye düşünüyorum. Orası olmadı Pedro’cum.

İçimde büyüyen sevgi: Antonio Banderas, hakikaten Antonio Banderas’mış, bu filmde bunu anladım. Bugün Antonio Banderas’a aşığım. Yarını bilmem.


Sonra içimde kabaran bir nefret, o hain eski karısı Gal için. Gal’cim sen iyi misin? Sen bu doktoru bırak, o ayıyla kaç. Kaplan’mış, hıh.
Sonra içimde bir acıma, bir üzüntü, kızı için. Kırk yılın başında sosyalleşecekti ki, pişmiş tavuğun başına gelecek türden hadiseler cereyan etti.

İçinde Yaşadığım Deri, turuncuları, sarıları pembeleri görmeye alışık olduğumuz Almodovar’ın diğer filmlerine nazaran daha renksiz. Konusu da öyle. En iyi filmi olduğunu da söyleyemem. Bir ara deri görmekten içime fenalık geldi.

Bittiğinde ciddi ciddi oturdum, saf gibi düşündüm, Woody Allen’ı mı daha çok seviyorum, Almodovar’ı mı? Sonra dedim ki, herkese yetecek kadar sevgi var içimde. (The Love I Live In). Ama Woody, sen benim bir tanemsin.


Şu şarkıya gelirsek.. Yürek dağlasaymış?











24 Mart 2012 Cumartesi

BLUE VALENTİNE (2010)

AŞK VE KÜLLER


Adam gibi filme pek sık rastlanmıyor.
Kendi adıma söyleyecek olursam, yaklaşık olarak izlediğim beş filmden birini beğenir, on filmde bir cidden iyi bir filme rastlarım, belki de yirmi otuz filmden biri beni benden alır. İyi filmden kastım yalnız kalitesi değil, beni yeni bir düşünce şekliyle karşılaştırması, aklımda yeni bir resim, yeni bir sayfa açması ya da en basit ifadeyle içimi cız ettirmesi, çok içimde bir yere dokunması diyebilirim.
Son zamanlarda gerçekten yenilikçi filmler yapılıyor aşk hakkında. 2000’li yılların hakkı verilmeye başlandı. Titanic’tir, The Notebook’tur, Notting Hill’dir, sanırım o hikayeleri eskittik. Onların da tadı ayrıydı, dönemlerinin çok iyileriydiler, ancak şimdi pembe tabloları bırakıp; daha yüze tokat, daha gerçeği söyleyen hikayelere ihtiyaç var.
Blue Valentine iyi film. Konusunu anlatacak değilim. İzleyenlere sürpriz olsun. Afişinden aldığım izlenimle daha sıradan, romantik, klasik bir “aşkım sensiz yapamam” filmi bekliyordum. Ancak film bunun çok üzerinde. Michelle Williams’ı soğuk ve donuk bulsam da karakterde çok iyi. Ryan Gosling özellikle harika bir oyunculuk sergilemiş. Filmin kurgusu, hikayeyi ele alış şekli çok iyi.
Aşk nedir? Gerçekten aşk var mı? Nereye kadar aşk? Bunlardan hangisi aşk? Aşk yeterli mi? Aşk biter mi? Sonsuza kadar aşk mümkün mü? Hayata farklı pencerelerden bakarak sevmek mümkün mü? Birbirinden farklı iki insan, nereye kadar gidebilir? Farklılıkları fark etmemek mümkün mü? Evlilik aşkı sürdürür mü, öldürür mü? Gibi birçok soru soruyor film. Cevaplar, hikayenin içinde yer buluyor, ama bize de bunları düşünme payı bırakıyor.
Cindy ve Dean arasında geçen şu diyalog, ikilinin hayata bakış şekillerinin bir özeti gibi:
C: Tüm o potansiyelinle ne olacak?
D: Tüm o potansiyelimle neden para kazanayım ki?
C: Ben para kazanman gerektiğini söylemedim.
D: Potansiyel ne demek? Ne için potansiyel? Neye dönüştürceğim ki?
Hayata asılan bir insanla boşvermiş bir insan arasındaki diyaloğun bir noktadan sonra tıkanması kaçınılmaz.
Filmi izlerken, Dean’e aşık oldum, giderek daha fazla oldum ama, bittikten sonra, zaman geçtikçe gerçekleri fark ettim. Tıpkı Cindy gibi.
İnsan bazen Cindy, bazen Dean. Nedir, ne olmalıdır, seçimi tercihlerimize, hayatı nasıl yaşayacağımıza kalmış.

Bu şarkı da fazla iyi:


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...