soundtrack etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
soundtrack etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2016 Perşembe

OSCAR ADAYLARI 2016 : EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI & FİLM MÜZİĞİ

Nihayet beklenen gün geldi çattı, Oscar adayları açıklandı. Beni oldukça heyecanlandıran bir liste söz konusu. 
  • Leonardo DiCaprio, Michael Fassbender, Jenniffer Lawrence, Cate Blanchett, Christian Bale, Kate Winslet, Rachel McAdams, Mark Ruffalo, Sylvester Stallone gibi çok sevdiğim oyuncuların aday olduğu bir yıl.
  • Steven Speilberg, Ridley Scott, Quentin Tarantino, David O. Russell gibi isimlerin en iyi yönetmen dalında aday olamadığı bir yıl. Onların olmadığı bir listede Lenny Abrahamson, Adam McKay, Tom McCarthy aday. Ödül sezonu takipçisi sinefiller ilginç bir durum değil fakat yine de üzerinde konuşulabilecek bir tablo söz konusu. Bir şeyler değişmiş gibi gözüküyor.
  • Geçtiğimiz hafta American Horror Story'deki rolüyle ile Altın Küre kazanan Lady Gaga’nın The Hunting Ground belgeselindeki Till It Happens To You isimli şarkısının Oscar'a aday olduğu bir yıl.
  • Veee Mustang aday!

Bunlar benim sevdiğim detaylar. Tüm adaylıklar için: oscar.go.com

En iyi özgün şarkı dalında adaylar:

30 Aralık 2015 Çarşamba

THE HATEFUL EIGHT (2015)

SİYAH ADAM BEYAZ CEHENNEM


Filmler daha gösterime girmeden internete sızdırıldığı için küçük çapta sevinç patlamaları yaşadığımız; ardı ardına Spielberg, Inarritu, Tarantino filmleri izlediğimiz; ödül sezonunun yavaş yavaş hareketlendiği güzel günler yaşıyoruz.
Yok senaryosu sızdı, yok çekimler iptal edildi derken sonunda izleyicisiyle buluşan; sinemaseverlerin aylardır merakla beklediği The Hateful Eight, adından da anlaşılacağı gibi Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi.


Kısaca konusu: Soğuğun biz izleyenlerin bile içine işlediği bir günde kafatası avcısı John Ruth, başına on bin dolar ödül konmuş Daisy Domergue’yu Red Rock’a idama götürmek üzere yola koyulmuştur. Kar fırtınasında yolda kalan bir diğer ödül avcısı Binbaşı Maquis Warren ve müstakbel Şerif Mannix de onlara katılır ve kendilerini bir konaklama yerine atarlar. Burada onları dört gizemli adam karşılayacak, esas hikaye burada başlayacaktır…

20 Şubat 2013 Çarşamba

NE FİLMLER NE MÜZİKLER 1 YAŞINDA!

BENİM SEVGİLİ 10'UM


Merhaba!
Tweetlerimde “ne filmlerde ne müzikler vardı” diyerek paylaştığım film müzikleri ve şarkılarının aşırıya kaçacağını fark etmemle aklıma düşen twitter sayfası ve ardından blog fikrinin birinci yılı!
Ne Filmler Ne Müzikler’in birinci yılını geçtiğimiz yıl boyunca paylaştığım şarkılardan en sevdiğim 10’unu paylaşarak kutlamak istedim.
Bir yıl boyunca yüzlerce film ve yüzlerce şarkıyı geride bıraktık. İçlerinden seçim yapıp ona indirmek kolay olmadı.
Seçtiklerimin paylaştığım film sahneleri veya şarkıların en iyileri değil, şahsi olarak en sevdiklerim, şahsi olarak en çok etkilediklerimden oluştuğunu ve sıralama yapmadığımı belirtmek isterim.
İyi eğlenceler!


1. Johnny B. Goode – Mark Campbell – Back To The Future (Geleceğe Dönüş) (1985)


“Şarkılı sahneler arasında en sevdiğiniz hangisidir” türü bir anket yapılsa ilk sırayı alacağını düşündüğüm Johnny B. Goode gönlümde apayrı bir yere sahip. Sıralama yok demiştim ama, Marty McFly’ın hayallerini gerçekleştirme fırsatı bulup tutkuyla çalıp söylediği sahne favorim.


2. Day-O (The Banana Boat Song) – Harry Belafonte – Beetle Juice (Beter Böcek) (1988)


Bu sahneyi yazan senaristler çılgın, çeken Tim Burton çılgın, şarkıyı yazan, söyleyen çılgın, o dekoru, kostümleri tasarlayan manyak, koreograf deli. Başta Catherine O’Hara olmak üzere bütün oyuncular müthiş. Hepiniz harikasınız! Çılgınca saygılar.


3. As Time Goes By – Dooley Wilson – Casablanca (1942)


İzleyenin aklından çıkmayacak bir sahne: Ilsa’nın eski aşkı Rick’in barına geldiğinde söylediği “Tekrar çal, Sam. Eski günlerin hatrına” sözleri, insanı kalbinden yakalayan, sinema tarihinin efsaneleşmiş repliklerinden. Sözler iç burkarken, şarkının naif havası da filme çok yakışıyor.         
.

4. Miss Celie’s Blues (Sister) – Tata Vega – The Color Purple (Mor Yıllar) (1985)


Steven Spielberg’ün sanırım insanları ağlatmak niyetiyle çektiği dramada doruk noktası, bu unutamadığım ve gözyaşlarını tutmanın imkansıza döndüğü sahneydi. Şarkının söz ve müziğinde Quincy Jones imzası da bulunuyor.

5. In Dreams – Roy Orbison – Blue Velvet (Mavi Kadife) (1986)


Hiç film izlememiş olsaydım ve ilk izlediğim film Blue Velvet olsaydı, bu sahneyi gördükten sonra ben sinemayı çok severdim gibi geliyor bana. Bu sahnedeki gerçeküstü atmosfer büyülü gibi, bayılıyorum. Blue Velvet hakkında daha fazla detay, bu yazımda.


6. Cuban Pete – Jim Carrey – The Mask (Maske) (1994)


Maske’nin çizgi filmini de çok severdim, filmini de çok sevdim. Aslında 1994’te yapıldığını düşünürsek neredeyse kendimi bildim bileli sevmişim; hep seveceğim. Bu sahne de ayrı bir çılgınlık, bir cümbüş, bir şölen havasında. Yerinde durdurtmuyor insanı. Jim Carrey şimdi bir dede, benim için en çok “Maske”.


7. A Man Without Love – Engelbert Humperdinck – Romance & Cigarettes (Aşk Ve Sigara) (2005)


Bu yazımda uzun uzun anlattığım, zamana çok yakışan çok sevdiğim bu müzikalin en sevdiğim şahane şarkısı, filmin atmosferini çok iyi yansıtıyor.



8. The Show – Kerris Dorsey – Moneyball (Kazanma Sanatı) (2011)


Brad Pitt değil, Billy'nin başarısızlığı değil, Red Sox’un şampiyonluğu değil; bu filmden bana en çok geriye kalan, sonunda babanın arabada gözyaşlarıyla kızının kaydını dinlediği, -kaderin cilvesi- şarkının da duruma cuk oturduğu sahne oldu.


9. Double Trouble – The London Oratory School – Harry Potter And The Prisoner Of Azkaban (Harry Potter Ve Azkaban Tutsagı) (2004)


Ben Harry Potter’la büyüdüm. Ergenliğimde Daniel Radcliffe’e aşıktım diyeyim size, anlayın hangi derecede Harry Potter sevdiğimi. Torpil yok diyemem :) Sözlerin Shakespeare, Machbeth’ten alındığı şarkıyı büyük üstad John Williams bestelemiş. Çok sevimli değil mi?


10. You And Me – Penny & The Quarters – Blue Valentine (Aşk Ve Küller) (2010)


Dayanamadım. Bu şarkıyı o kadar seviyorum ki, sahnesinin etkileyiciliğinden falan değil, güzelliğinden ötürü kattım listeye. Blue Valentine iyi bir aşk filmidir, severiz kendisini, şu yazımda hakkında çiziktirdiklerimi okuyabilirsiniz.




Beğenilerimi sizlerle paylaştıkça, söylendiklerime karşılık buldukça, yazılarım okundukça çok mutlu oluyorum.
Dilerim ve umarım kartopu misali büyürüz.
Kimse okumazsa da ben okurum :)
Nice yıllara!



7 Şubat 2013 Perşembe

DJANGO UNCHAINED (2012)

ZİNCİRSİZ

"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz".

Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.  


Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.


İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...



Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir roman okumuş gibiydim.

Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.

Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.

  
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak, oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.

Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş. Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor. Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.



Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak fikrinden etkilendim.



Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın). Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.



Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim kabul etmiyorum.

Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem” dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu sahneler, cümleler katmış yoluna.


Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek gösteriliyor.

Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde.

Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış. 

Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen, önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film, ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi, acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler yok. Zorlama duygu dayatması yok.

Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.

Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla, iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.



Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış mısırını ye ve devam et bebeğim.

Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.

Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine dönüşüyor.
Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.


İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":




Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom": 




Lohn Legend'dan "Who Did That To You":




Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti. Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.

Bu da credits sonunda çoğumuzun kaçırdığı sahne:


Bense goodbye değil, auf wiedersehen diyorum.
Elveda değil, görüşene dek.

NeFilm Puanı: 8.5/10
Django Unchained (2012) on IMDb

23 Nisan 2012 Pazartesi

BLUE VELVET (1986)



MAVİ KADİFE





David Lynch filmlerini çok severim.

Hepimizin çılgın “…… olsa ne olurdu” fikirleri vardır. Aklımızdan makul bir insanın yapmayacağı, inanılmaz düşünceler geçmiştir. Okulda törende, ortaya fırlayıp bağırmak, bağıra bağıra küfürler etmek gibi. Uluorta soyunmak, dans etmek gibi. Bayram ziyaretinde ahiret soruları soran teyzeyi yerinden kalkıp tokat manyağı yapmak gibi... arttıranın hayal gücüne kalmış :) Tabii burada çok hafif örneklerden bahsettim (aile blogumuz üst bilinçtedir). Bilinçaltının dehlizlerinde neyle karşı karşıya olduğunu kişinin kendisinin bilmesi bile ne yazık ki pek mümkün değildir. İşte David Lynch filmlerinde bunlara yer verir.

Stil olarak onu David Lynch yapan temel özellik, genelde filmlerinin gerçekten sapıp, mantığa uymayan noktalara girmesi, açıklaması üzerinde düşünüldükçe mümkün, zamanla giderek anlaşılır hale gelmesi ve hatta tekrar izlendiğinde yakalanacak detaylarla dolu olması. En derin arzuları tutkuları, en mahrem sırları yansıtması. Hayatın aslında nasıl olması gerektiği, nasıl olabileceği, nasıl olmasını istediğimiz gibi konularla ilgilenen filmler olması.

Blue Velvet, genç bir delikanlının dolaşırken bir kulak bulması ve tabii ki araştırmadan edememesi (Cem Yılmaz’ın dediği gibi kampın en alengirli yerlerine girmesi) ve sonrasında başına gelen olayları anlatan bir film diyelim, ama bu da çok yüzeysel kaldı film için.
Ben bir David Lynch filmi için sahne sahne “şurada adam şunu demek istedi”, “bu bunu yansıtıyordu” olayına girmek istemiyorum çünkü hem konular kısaca bahsedilecek basitlikte değil, hem de sayfamın asıl amacı, etkileyici sahne ve müzikleri sizlerle paylaşmak.

Şunu söylemeliyim ki, Blue Velvet ne yazık ki bir Mulholland Drive, bir Lost Highway tadı veremiyor. Ancak oldukça başarılı müziklere sahip.

Filmimiz, Amerikan rüyasına ait görüntülerle başlıyor. Bobby Vinton'un 60'lı yılların popüler olmuş, filme de adını vermiş güzel şarkısı Blue Velvet eşliğinde başlayan filme ait ilk sahnemiz abartılı ölçüde mutlu ve mükemmel bir Amerikan banliyösü görüntüleriyle başlıyor, tam David Lynch'lik şekilde sona eriyor.




Bu kez de filmdeki anne yansımamız, güzeller güzeli (Dorothy) Isabella Rossellini'den Blue Velvet:



İzleyen birçok kişinin aklında Dorothy eminim "Hit me!" deyişiyle kalmıştır.

Ve kahramanımızın çocukluğunu bize bağıran "In Dreams" (Candy Colored Clown), Roy Orbison tarafından seslendirilmiş. Dean Stockwell'in canlandırdığı karaktere de (Ben) ayrıca bayıldım.


Ama bana göre filmin en harika tipi Frank. Küfür bir insanın ağzına daha önce hiç bu kadar yakışmamış olabilir. Söylediği bazı şeyleri inanılmaz yaratıcı buldum ve karakter yapı olarak komik olmaktan uzak olsa da abartılmış halinden ötürü eğlenceliydi.




Defalarca kez söyledikleri gibi, "It's a strange world, isn't it"? 

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...