11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim! Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır.Nokta.
Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.
Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya
gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst
edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin
Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola
çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit
olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli
mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.
“Gelecekte eminim yine karşılaşacağız, ama arkadaş olacağız.”
David Nicholls'un bestseller romanından uyarlama One Day. O günlerde çok popüler olmuştu, ben de okumak istemiştim ama fırsat olmadı. Ben de artık filmini izleyeyim dedim, tam da aşk filmi havamdayken.
Emma ve Dexter, mezuniyet sonrası, üzerlerinde cüppelerle,
sabaha karşı tanışırlar ve eve geçerler. Emma bu durumları yüzüne gözüne bulaştıran
bir tip olduğundan, yürümez ancak arkadaş kalmaya karar verirler.
Birbirlerinden hep haberdar olmak suretiyle, her yıl 15 temmuz günü buluşurlar.
Biz de, 1988’deki mezuniyetlerinden 2006’ya kadar her yılın 15 temmuz gününü izleriz.
Sanki karşımızda bir ilişki-zaman grafiği var. Bazen pik
veren, bazen apsiste bir grafik.
Emma potansiyelini açığa çıkaramayan biri. Buna rağmen hep
çabalıyor, köhne bir yerde garsonluk yapıyor, öğretmen oluyor, sonunda yazar olmayı başarıyor; hep çalışan,
emek veren biri.
Dexter’sa tam bir ağustos böceği. Zengin, havai, dışadönük,
zampara bir adam.
Aradan geçen yıllarda Dexter’ın hayatı düşüşe, Emma’nınki
yükselişe geçiyor.
Ve sonra..
Oğlumuz adam oldu, ama zaman diye birşey vardı.
Issız Adam’a ağlayanlar bunu izlerken de hıçkırıklarını
gözyaşlarını tutamayacaktır.
Her yılın aynı gününü izleyerek hayattaki değişime tanıklık
etme fikrini çok sevdim.
Zaman ilerleyişini, onlarla beraber modanın ve tarzlarının
da değişimi izlemek eğlenceli.
Filmin başarısızlığı, yıllar atladıkça bizim bunlar arasında
çok az bağlantı kurabilmemiz.
Filmin mottosunu yakaladıktan sonra senaryoya kendi
kafamızdan eklemeler yapmamız gerekiyor.
Emma’nın yaşadıkları, hissettikleri çok yetersiz kalıyor.
Bu yüzden hikayeyi sevdim ve keşke kitabını okusaydım dedim.
Çok güzel görüntüler var ve yine de hoş bir aşk hikayesi; bu yüzden yazmak istedim.
Anne Hathaway zaten iyi bir oyuncu, ben de seviyorum artık
kendisini.
Jim Sturgess’i ise ilk kez izledim. Abartmıyorum, bakkalın
çırağı kadar bir karizması var. Kimse kusura bakmasın. Hiç beğenmedim hiç. Olmamış. Nasıl yakışmıyorlar
birbirlerine, nasssıl. İzledikçe Ryan Gosling’in değerini anladım. O karakter
ayağa kalkardı. (Canım Ryan, herşeyin olduğu gibi senin de değerini zamanında
bilemedim. Seni seviyorum. Bana ulaş). Jake Gyllenhaal da iyi giderdi.
Aşk filmi severlere, kafa boşaltmak isteyenlere, sevgilerle.
Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi.
Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.
Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye
iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii
izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına
girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.
Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward
Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar.
Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman
(98’liler!!).
Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden
bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek
bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir
ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları
için böyle seçilmiş olabilirler.
Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği..
Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara
kaşını kara gözünü yerim yer!
Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle
yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan
beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı,
baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle
adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de
olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar
vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.
Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri
olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine
anlıyorum.
İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya
kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.
Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk
gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir
yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce
büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.
Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o
çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin
hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.
Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana.
Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat
tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış.
Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.
Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour: