Merhaba sinemanın yanı sıra hayatında tiyatroya da yer veren blog okurları!
Bir değişiklik yapıp bu kez sizlere bir tiyatro oyunundan bahsetmek istedim.
İyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu söyleyebilirim. "Yağmur Durduğunda" iyi bir oyun, bunu da söyleyebilirim.
“Belki de insanın söyleyecek birşeyinin kalmaması,
söyleyecek birçok şeyi olduğunu söylemenin bir başka yoludur”.
“Yağmur Durduğunda” Devlet Tiyatroları'nın bu sezon sahnelenmeye
başlamış bir oyunu. Hakan Çimenser yönetmiş, oyun yazarı ve senarist Andrew Bovell, 2008 yılında yazmış.
Çok kısaca konusu: 'bir aile içinde yapılmış geri dönülemez bir hatanın kuşaklar boyu süren etkisi' olarak ifade edilebilir.
Kadın-erkek ilişkileri, baba-oğul ilişkileri, birbirlerinin hayatları üzerindeki
etkileri ve bunlardan bahsederken aile, aşk, bağlılık, iyilik, kötülük, ölüm,
pedofili gibi konularla ilgilenen bir oyun. Bu sırada, farklı zamanlarda, farklı
yerlerde, farklı kişilerce anlatılan hikayeleri ve yaşananları izliyoruz. Ve o sırada bir taraftan da dünyanın o dönemdeki durumu hakkında yapılan konuşmalarla siyasal arkaplanı takip ediyoruz.
Oyunda geçen cümleler hafife alınacak cinsten değil. Biri
üzerinde durup düşünmek isterken, diğer birini kaçırabilirsiniz.
"Yağmur Durduğunda"nın en iyi şeyi kurgusu.
Oyunun ilk dakikalarında yerine koyamadığımız parçalar
zamanla yerine oturuyor, biz de bir yandan çözmeye çalışıyoruz. Sonlara doğru zamanın
açığa çıkardığı sebep-sonuç ilişkisiyle taşlar yerine oturuyor ve herşey
anlamlanıyor.
Bu nedenle konusundan tam olarak bahsetmek istemiyorum ki,
izledikçe anlaşılmasındaki o keyif yok olmasın.
Kuşaktan kuşağa benzer kaderi yaşayan, o kaderden
kurtulamayan yaşamlar da izledik. Bu fikir bana biraz Yüzyıllık Yalnızlık’ı
anımsattı.
Şunu da belirtmek zorundayım; oyun sırasında ister istemez
hissettiğimiz empati sonrasında resmen ağırlaştık. Yorulduk, canımız sıkıldı.
Keyifli bir gün geçirmek istiyorsanız, doğru bir seçim olmadığını söylemeliyim.
Tüm bunlar hissi çok iyi geçirmeyi başaran oyuncular
sayesinde. Özellikle Ezgi Yentürk gerçekten çok başarılıydı, hemen bütün
alkışlarım onun içindi.
Sevmediğim nokta, kimi oyuncuların fazla teatral
tonlamalarıydı. 2012 yılında hala devam eden bu eski tip konuşma şeklinden artık
kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğu kişi bu yapaylık yüzünden haklı olarak tiyatroya
ısınamıyor.
“İki şey... Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey
var. Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek”.
Bir fahişeyle şehvet dolu bir ilişkinin kucağına düşen orta
yaşlı tosun aile babası Nick, neyse ki ölmeden bu söylediklerini dibine kadar
yapma şerefine nail oluyor.
Uzun süre sonra yazdığım ilk yazı, Romance & Cigarettes.
Öncelikle gerçekten çok özlediğimi söylemek istiyorum.
Romance & Cigarettes’in nasıl bir film olduğu adından
belli diyebiliriz ama, böyle bir film beklemiyordum, en azından beni bu kadar
yakalamasını beklemiyordum.
Mükemmel bir film olduğunu söyleyemeyiz ama kendine has,
benzersiz bir stili var.
Senaryosunu yazan ve yöneten, Coen Kardeşler’in favori
oyuncularından, benim de çok sevdiğim John Turturro. Yürütücü yapımcılığı da
Coen’ler üstlenmişler.
Müzikal dediğin bence böyle olmalı. Müziğin girdiği her
sahne mi bu kadar iyi, bu kadar eğlenceli ve yerinde olur. Gerçekten çok
beğendim!
Ve inanılmaz güzel şarkılar var. İnanılmaz.
IMDb’deki “down and dirty” tabiri hoşuma gitmedi. Yine de
siz –kesinlikle- annenizin babanızın yanında izlemeyin.
Konusu, kısaca:
Kitty, (Susan Sarandon), kocasının bir kadına yazdığı edepsiz
bir not bulur, ve adama tekmeyi basar. Metresi bulmakta ona yardımcı olması için kuzeni Bo’yu (Christopher Walken) çağırır.
Adam (James Gandolfini), kırmızı saçlı ateşli fahişeye (Tula)
meftun, bu uğurda koşa koşa sünnet bile olmuştur; peki sizce sadık, güvenilir,
aynı zamanda bir arkadaş, bir dost olan eski karısına mı dönmek isteyecek;
yoksa arzulu, tutkulu, şehvet dolu bu ilişkiyi mi tercih edecek? Cevabı sanırım
biliyoruz.
Şu hayatta ne yazık ki, “erkeklerin hayranlıkla baktığı,
beraber olana kadar yapamayacağı hiçbir şey olmadığı, elde ettikten sonra
kendilerince uyanıp güvenli limanlarına geri döndükleri kadın olmak" diye bir
gerçek var. Bu filmde o kadın, Tula (Kate Winslet). Filmi sadece Tula açısından
izleyip, başta gülmek, sonrasında ince ince ağlamak mümkün.
Bütün erkekler ‘Tula gibi kadın isterim’ palavraları sıkar,
ama gerçek Kitty’dir. Herkes tutkulu bir ilişki ister ve lanet olası belirsizliği
herkes sever. Bir şeyi elde ettikten sonra arzulamaya devam etmekse zaten,
arzunun temel prensibine aykırı. Uzun vadede herkes kendini güvenli kollara
teslim etmek ister.
Burada evlilik kurumu söz konusu olduğu için tarafımız tabii
ki belli.
Ve Kitty’nin tutumunu çok sevdim, çok hak verdim.
Tula: Geleceğimiz ne olacak?
Nick: Ölene kadar çalışmak zor iş.
Tula harika, Tula şahane!
Kate Winslet değil.
Kate Winslet fahişe rolünde bile kontrollü. Bana mı öyle
geliyor? Ablacım biraz bırak, dağınık kalsın.
Eveet, ALTI kez Oscar’a aday olmuş, bir kez de kazanmış bir
oyuncuya ayarımızı da verdik!!
Yok vazgeçmeyeceğim, gerçekten beğenmedim. Ya da belki o
kadar asil bir tipi var ki, ben fahişeye adapte edememişimdir, bu benim
hatamdır. Bilmiyorum. Sanki Titanik’ten sağ kurtulan Rose’u allayıp
pullamışlar, açmış saçmışlar.
Yalnız, Kate su altında bildiğin şarkı söylüyor.
Bu arada, kızıllar %20 daha fazla hissediyormuş beyler.
Nick üzerinden, erkeklerin doğasından, aldatma iç
güdülerinden bahsediliyor.
Çapkınlık Nick’in kanında var. Dedesi annesine bile asılmış.
Bir papaz bile yolda yürüken Kitty’e laf atıyor.
Hastaneden çıktığında bıyıklarını kesmiş bir Nick
gördüğümüzde, ondaki değişimi ve verdiği yeni kararları anlıyoruz.
“Annenize erkeklerin yosun, kadınların meşe ağacı olduklarını söyleyin”.
Verilen tepkiler, insanların davranışları, tavırları bana
bir çok şeyi hatırlattı. Bu yüzden filmi, karakterleri, davranışlarını ve geçen
tüm konuşmaları çok sıcak buldum.
Kızlardaki hafif karikatüre kaçma durumu dışında da oldukça
doğallar. Mükemmel değiller.
Karısını aldattığı ortaya çıkınca Nick’in inkar edişi (=Cem
Yılmaz’ın aldattığını inkar eden erkek taklidi), Kitty’nin ikinci kadını
pataklamak isteği, kiliseye gitmeye başlaması, sonunda yirmi beş yılın ardından
günah çıkaran Nick, Tula’nın sonlardaki bütün hali tavrı, Kitty onunla konuşsun
diye aslan kesilip kavgaya karışan Nick, psikolojik destek alan kızlarındaki
samimiyet, kendini Fryburg’e kaptırmış Baby, anne – kız ilişkileri, garip
komşular.. hepsi çok samimi.
Kafalarından geçenlerin, hayallerin sahne içinde
gerçekleşmesini de çok sevdim.
Çok fazla değinilen bir nokta, ilk aşk. İlk aşkın güzelliği,
ancak insanı aldatıcı, çabuk kararlar verdiren gerçeküstü havası sürekli
vurgulanıyor.
Kitty’nin mükemmel ilk aşkına dönebileceği endişesi sürekli
Nick’in kabuslarında.
Baby ise ilk aşkı Fryburg konusunda annesinin telkinlerinden etkileniyor.
Belki de Kitty savaşa giden ilk aşkını bir süre yalnız
kaldığı ve aklı Nick tarafından çelindiği için terk etmeseydi, böyle olmazdı.
Kitty de Nick de böyle olmayabileceğinin farkında.
Bir de uçak metaforu var. Yirmi yıldır eski eşini hala seven
ve bekleyen Fryburg’in annesi, Fryburg’e babasının geleceğini söylediğinde, bir
uçak geçtiğini görüyoruz. Kate Winslet kontrollü gelirken, yine uçak geçiyor.
Baby babasına evleneceğini söylerken, uçak görüyoruz. Filmin sonlarında yine
gün batımında bir uçak geçiyor.
Uçak, hayatlarındaki sıkışmışlığı ifade ediyor diye
düşünüyorum. O mahallede sıkışmışlıklarını. Evlenmelerini, evlenememelerini, yıllar
sonra hala seviyor olmalarını, tek düze yaşamlarını. Sıkıcı hayatları içindeki
basit heyecanlarını. Ne olursa olsun, orada kalışlarını.
Ve beni gülme krizine sokan sahne:
Kitty eve döndüğünde Baby ve Fryburg’un -ondan habersiz- nişanlarında bulur
kendini ve der ki: “You two must think I'm the cucumber in the
gardener's ass” (siz beni başçavuşun eşeği sanmış olmalısınız diye kibarca çeviriyorum :).
En güzel şeylerden biri: dans eden Christopher Walken.
“My my my Delilah, why why why Delilah?”
Gerçek sevgi, onu sadece o istedi diye korkutmaktır.