Mahmut, boşanmış, yalnız yaşayan, İstanbul’da tutunmaya
çabalayan bir fotoğraf sanatçısıdır. Yusuf, iş bulabilmek umuduyla fotoğraf
sanatçısı kuzeni Mahmut’un yanına İstanbul’a gelir... Bozulan düzenleri,
birbirleriyle giderek kopuklaşan ilişkileri, tutunmaya çalıştıkları hayatları
ve sona ermeyen yalnızlıkları izlediğimiz, usta oyunculuklarla dolu bir film
Uzak.
Ve bu filme en yakışabilecek isme sahip. Her şeyden
uzaklar; kendilerinden, hayallerinden, insanlardan, sevdiklerinden,
memleketlerinden...
Uzak, yalnızlığın ve kendinden uzaklaştıkça kimseye yaklaşamayan
karakterlerin hikayesi.
“Ben mayıs aylarını hiç sevmem. Hep içime sıkıntı çöker,
hep bir terslik olur nedense”.
Kısaca konusu: Muzaffer belgesel çekmek üzere ailesinin
yanına, Yenice’ye gelir. Maddi imkansızlıklardan ötürü filmde annesini ve
babasını oynatmaya karar verir. Saffet de üniversiteyi kazanamayınca çalışmaya
başladığı fabrikadan ayrılır, ona İstanbul hayallerinde yardımcı olmasını
bekleyerek Muzaffer’e yardımcı olmaya başlar. Babası, topraklarının devlet
tarafından istimlak edileceği endişesindedir. Küçük Ali ise halası babasına
müzikli saat almasını söylesin diye bir yumurtayı kırk gün cebinde taşımaya
çalışmaktadır...
Ülkemizin gurur kaynağı, medar-ı iftiharı yönetmen Nuri Bilge Ceylan, 1959
yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğu Çanakkale’nin Yenice ilçesinde geçmiş.
Ardından ailecek yeniden İstanbul’a gelmişler. 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
Kimya Mühendisliği okumaya başlamış fakat, siyasi olaylardan ötürü iki yıl
sonra bırakmak zorunda kalmış. ’78 yılında bu kez Boğaziçi
Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne başlamış. Burada fotoğraf ve
sinema klüplerinde görev almış, bir yandan da seçmeli sinema derslerine girmiş. 6
yıl sonunda mezun olmuş ve sonrasında yurtdışına çıkmış, hayatta ne yapacağı
konusunda kararsızlıklar yaşarken dönmüş ve askere gitmiş. Bir buçuk yıl süren
askerlik sırasında sinema yapmak istediğine karar vermiş. Askerlik sonrasında
Mimar Sinan’da sinema okumaya başlamış ve fakat yaşı 30’a dayanmış yaşlı bir
öğrenci olduğundan iki yıl sonrasında hayata atılmak üzere okuldan ayrılmış. Fotoğrafçılıkla
hayatını sürdürmüş bir yandan ve ilk kısa metrajlı filmi Koza’yı bitirdiğinde
yaşı 35 – 36 civarında.
Kendisi hakkında pek çok yerde rastlayabileceğimiz bu
bilgileri ben neden mi yazdım? Şunun için yazdım... Benim buradan anladığım ve
ifade etmek istediğim şudur: Yetenek, sanatçı ruh içten gelir. Fakat yine de
yönetmen doğulmuyor, yönetmen olunuyor (Elektrik mühendisi de olunabilirdi).
Sanatçı ruhun öne çıkmasına önce bir karar vermek, sonra izin vermek gerekiyor.
Birçok geleceği konusunda kararsız, sınırlarına hapsolmuş ve
çaresiz olduğunu düşünen kişi için bunların fazlasıyla anlam ifade edeceğini biliyorum.
Düşünmek, kendini dinlemek, kendine izin vermek, kararlı olmak gerekiyor. Bizi
biz yapan, seçimlerimiz.
Su doğru kanalda akacaktır sevgili içindeki sese kulak
vermeye mail blog okuru.
61. Cannes Film Festivali’nde aldığı en iyi yönetmen ödülü
sonrasında Üç Maymun’u izleyerek tanışmıştım ben Nuri Bilge Ceylan’la.
Geçende “neyin var” sorusuna “bilmem, mayıs sıkıntısı
herhalde” diye gayriihtiyari cevap verdiğimde ne espri yapmak niyetindeydim ne
de cümle arasına iki entel dantel kelime sıkıştırmak istemiştim. Öylece
söylediğim deyimin literatürüme yerleştiğini fark ettiğimde önce hala Mayıs
Sıkıntısı’nı izlememiş olduğumu, ardından da daha sadece bir Nuri Bilge filmi
izlemiş olduğumu kederle fark ettim. Yapmayı planladığım -ve elbette ki
ertelediğim- başka film serileri ve yazıları bırakıp tam zamanıyken izlemeye
karar verdim ve sizlerle de paylaşarak Nuri Bilge Ceylan’ı birlikte iyice
tanıyalım istedim.
Mayıs Sıkıntısı’nın “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen,
NBC’ın yarı otobiyografik öğeler taşıyan filmlerinin ikincisi olduğunu böylece
öğrendim. Bu nedenle önce Kasaba’yla başlıyoruz.
Harry Potter sonrası nasıl bir romanla karşımızda olacağı
uzun süredir merak konumuzdu J.K. Rowling’in. Nihayet çıktı, nihayet aylar
sonra Türkçe’ye çevrildi, ben nihayet alabildim, sınavlardan derslerden fırsat
bulup okuyabildim, ve nihayet hakkında yazma fırsatı buldum.
Kısaca konusu: Pagford adında şirin bir
kasabanın belediye meclisi üyesi Barry Fairbrother’ın ani ölümüyle belediyede
boş kalan koltuğa sahip olmak için yaşananlar, varoş mahallesi Fields’tan
kurtulmak için çabalayan Pagford sakinleri, Barry’nin hayatına bir şekilde
dokunduğu insanların yaşantısında meydana gelen zincirleme değişiklikler...
Gitmek istediğim sergileri daha çok var, nasılsa giderim diyerek erteler, sonra da genelde kaçırırım. Pera Müzesi'nde sergilenen, 21 Nisan pazar günü sona erecek olan Nickolas Muray fotoğraf sergisi ve Akdeniz kıyısındaki Arap ülkelerinden sanatçıların resim, heykel gibi eserlerinin bulunduğu Çöl Ve Deniz Arasında'yı nihayet bir gün kala ziyaret edebildim. Buyrunuz:
Nickolas Muray
Amerika’ya cebinde 25 dolarla ve 50 İngilizce kelime bilerek gitmiş Macar fotoğrafçı Nickolas Muray (vay be), kariyerine moda dergilerine portre fotoğraflar çekerek başlamış ve birdenbire ünlü olmuş. Hollywood ünlülerinin ve Coca Cola, Dodge, Camel gibi pek çok markanın reklam fotoğraflarını çekmiş. Renkli fotoğraf döneminin başlamasıyla doğal renkli fotoğrafları ilk kullananlardan biriymiş. Günümüz fotoğraflarında bile etkisi gözlenen, 20’li 30’lu yıllarda çığır açmış bir moda fotoğrafçısıymış Muray.
Çok da çapkın bir adammış. Birçok kadınla ilişkisi, evlilikleri falan olmuş ama asıl tutkusu Frida Kahlo'ymuş. Frida’nın çoğu fotoğrafı da kendisine aitmiş. Söylendiğine göre on yıllık bir aşk ilişkileri olmuş.
“Nick, seni bir meleği severcesine seviyorum… Seni asla unutmayacağım, asla, asla. Sen benim hayatımsın.”– Frida.
Frida’yla Diego boşandıklarında Nick onunla evlenir sanıp umutlanmış. Diego dururken... Tabii ki Frida Diego’yla tekrar evlenmiş. Frida’ya bak sen yalnız. Az değil :) Eee, “Kadınlar kendilerini seven erkeklere gülerler” demişler. Nick en azından biraz twitter karıştırsaydı bu kadar ümitlenmezdi diye tahmin ediyorum.
“Lütfen en kısa zamanda yaz bana. Senin olan Nick.” (Yazmadı).
*Frida, İki Frida'yı boyarken.
*Ben ve Pağanlarım'ın önünde -belki gizli bir hüzünle- Frida bize doğru bakarken, Nick'in ona aşkla bakışı, ah ki ne ah.
Kendi gözlem ve fikirlerimden bahsedecek olursam, çekildiği ve hazırlandığı zamanları da düşünecek olursak fotoğrafların kalitesi hakkında diyecek sözüm zaten olamaz. Fotoğraf konusunda uzman da değilim. Ancak fotoğraflar bu işi ticari olarak yapanlara ders verecek nitelikte olduğu için etkilenmek zorunda da değilim.
Resimlerin çoğunda ruh yok. Duygu yok. İnsan hikayesi yok. Güzel kadınlar, metalaştırılmış bedenler, reklamların, dergilerin –hele ki 30’ların o kusursuz dünyası… Kusurlu olan, gerçek olan, ruh katan, içinde hayat olan, Frida ve ona olan aşkı ve bundan doğan resimlerdi. Frida’yı bile güzel gösteren Nick'in aşkı ve sanatıydı; ki güzel bir kadın sayılmaz :)
Nispeten etkileyici olanlar Frida’lı fotoğraflardı benim için.
Not: Cam karşısında yansımama engel olamadığımdan kendi çektiklerimi değil, alıntıları kullanmayı tercih ettim.
Akdeniz kıyısındaki Arap ülkelerinden sanatçıların modern ve çağdaş sanat eserlerinden oluşan bir sergi Çöl ve Deniz Arasında. Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki bazı eserlerden oluşuyormuş. Nickolas Muray sonrası gezmek iyi geldi.
*Hazem Zubi, Ürdün, İsimsiz, 2004
*Wijdan, Aşk, 2011 & Anta Ana, Ben Senim
*Laila Shawa, Filistin, İmkansız Rüya, 1988
*Mustafa Aliden, Tersine Zaman
İçlerinde en beğendiğim ve anlamlı bulduğum İmkansız Rüya oldu. Kaşları, gözleri, sürmeleri aynı, çarşaf renkleri ve desenleri farklı, dondurma yiyemeyen kadınlar.
*Ahmad Nawar, Mısır, Guneim Dağı & Rafik Al Kamel, Tunus, 1985
*Fahrelnissa Zeid, Ürdün, İsimsiz, Kuş kemikleriyle paleokristal
Sabırsızlıkla beklediğim Oscar törenine iki gün kaldı!
Hep erteleyip gecikmeden ötürü iptal ettiğim Oscar
adaylıkları postunu atlamaya içim razı olmadı. Hala şarkıların tamamını
dinlememiş olanlar için de bir kolaylık olur belki, tören için favorilerinizi
belirleyebilirsiniz.
Tamamını kelimesini özellikle kullandım, malum Adele sağ
olsun, bu yıl bir “Skyfall” patlaması yaşandı, duymayan kalmamıştır. Onun
dışında filmlerin (yine) tamamını izlemediğimden, hiçbirinde normalde sevdiğim gibi kullanıldıkları
sahnelerle birlikte yorumlamayacağım bu kez (ki ne yalan söyleyeyim, oyuncak
ayıcıklı Ted’i de, karbon salımı hakkındaki belgesel Chasing Ice’ı da en
azından bir süre için seyredeceğimi sanmıyorum). Kategorinin de gerektirdiği üzere, sadece şarkılardan
bahsedeceğim.
Aralarında adaylıkları doldurmak için aday edilmiş şarkılar da bulunmakla beraber; buyrunuz.
“Skyfall” – Adele – Skyfall (2012)
Söz & Müzik: Adele Adkins, Paul Epworth
Çok net olarak; diğer tüm adaylardan açık arayla iyi bir şarkı. Bu şarkıyla bu yıl bir nevi “My Heart Will Go On” vakası yaşandığını söyleyebiliriz.Ve fakat remixiyle birlikte o kadar çok çalındı ki artık duymak bile istemiyorum. Adele’in yorumuna bile dayanamaz hale geldim.
Çıktığı günden beri neredeyse bir fenomen olan, ödülleri silip süpüren Skyfall sayesinde bu yıl bir ‘birinci belli ikinci kim’ durumu var adeta. Yine de sürprizlere açığız elbette.
“Before My Time” – Scarlett Johansson – Chasing Ice (2012)
Söz & Müzik: J. Ralph
İzlememiş olduğum için bunu söylemek doğru mı bilmiyorum ama yine de net olarak söyleyeyim, şarkı içimi sıktı. Dramatik yapısıyla eminim belgeselin bütünlüğüne etkileyici bir hava katmıştır.
Güçlü bir yorum
değil fakat en azından duygusunu vererek okumuş Scarlett Johansson.
“Everybody Needs A Best Friend” – Norah Jones – Ted (2012)
Söz: Seth Macfarlene Müzik: Walter Murphy
Akademi bu yılın sunucusuna bir jest yapmış, filmin yönetmeni, senaristi, prodüktörü, oyuncusu Seth Macfarlene’ye bir adaylık vermiş sanırım. Şarkıyı da o yazmış.
Vasatın üstünde bir şarkı; Norah Jones durumu kurtarır mı,
bilemiyorum.
Video da ne tatlı değil mi? Iyy.
“Pi’s Lullaby” – Bombay Jayashiri – Life Of Pi (2012)
Söz: Bombay Jayashri Müzik:Michael Danna
Üzerinden dört yıl geçmesine rağmen, Slumdog Millionaire'den ötürü yaşanan o Bollywood fırtınası esmiş gecenin etkilerinden halen çıkabilmiş değilim. Son derece kişisel olarak, Hint ezgilerinden daralan içim, adlı şarkımız:
“Suddenly” – Hugh Jackman - Les Miserables (2012)
Söz: Herbert Kretzmer, Alain Boublil. Müzik: Claude – Michel Shönberg
Bir sürpriz yaşanabilir ve ödül bu şarkıya gelebilir de
deniyor. İsterdim hani ama şimdi Adele'le, Skyfall'la kıyasladığımızda çok sönük, çok zayıf bana göre. Canım Hugh.
Tweetlerimde “ne filmlerde ne müzikler vardı” diyerek
paylaştığım film müzikleri ve şarkılarının aşırıya kaçacağını fark etmemle
aklıma düşen twitter sayfası ve ardından blog fikrinin birinci yılı!
Ne Filmler Ne Müzikler’in birinci yılını geçtiğimiz yıl
boyunca paylaştığım şarkılardan en sevdiğim 10’unu paylaşarak kutlamak
istedim.
Bir yıl boyunca yüzlerce film ve yüzlerce şarkıyı geride
bıraktık. İçlerinden seçim yapıp ona indirmek kolay olmadı.
Seçtiklerimin paylaştığım film sahneleri veya şarkıların en
iyileri değil, şahsi olarak en sevdiklerim, şahsi olarak en çok
etkilediklerimden oluştuğunu ve sıralama yapmadığımı belirtmek isterim.
İyi eğlenceler!
1. Johnny B. Goode – Mark Campbell – Back To The Future (Geleceğe
Dönüş) (1985)
“Şarkılı sahneler arasında en sevdiğiniz hangisidir” türü
bir anket yapılsa ilk sırayı alacağını düşündüğüm Johnny B. Goode gönlümde
apayrı bir yere sahip. Sıralama yok demiştim ama, Marty McFly’ın hayallerini
gerçekleştirme fırsatı bulup tutkuyla çalıp söylediği sahne favorim.
2. Day-O (The Banana Boat Song) – Harry Belafonte – Beetle Juice (Beter Böcek) (1988)
Bu sahneyi yazan senaristler çılgın, çeken Tim Burton
çılgın, şarkıyı yazan, söyleyen çılgın, o dekoru, kostümleri tasarlayan manyak,
koreograf deli. Başta Catherine O’Hara olmak üzere bütün oyuncular müthiş.
Hepiniz harikasınız! Çılgınca saygılar.
3. As Time Goes By – Dooley Wilson – Casablanca (1942)
İzleyenin aklından çıkmayacak bir sahne: Ilsa’nın eski aşkı
Rick’in barına geldiğinde söylediği “Tekrar çal, Sam. Eski günlerin hatrına”
sözleri, insanı kalbinden yakalayan, sinema tarihinin efsaneleşmiş repliklerinden. Sözler iç burkarken, şarkının naif havası da filme çok yakışıyor. .
4. Miss Celie’s Blues (Sister) – Tata Vega – The Color Purple
(Mor Yıllar) (1985)
Steven Spielberg’ün sanırım insanları ağlatmak niyetiyle
çektiği dramada doruk noktası, bu unutamadığım ve gözyaşlarını tutmanın
imkansıza döndüğü sahneydi. Şarkının söz ve müziğinde Quincy Jones imzası da
bulunuyor.
5. In Dreams – Roy Orbison – Blue Velvet (Mavi Kadife)
(1986)
Hiç film izlememiş olsaydım ve ilk izlediğim film Blue Velvet
olsaydı, bu sahneyi gördükten sonra ben sinemayı çok severdim gibi geliyor
bana. Bu sahnedeki gerçeküstü atmosfer büyülü gibi, bayılıyorum. Blue Velvet
hakkında daha fazla detay, bu yazımda.
6. Cuban Pete – Jim Carrey – The Mask (Maske) (1994)
Maske’nin çizgi filmini de çok severdim, filmini de çok
sevdim. Aslında 1994’te yapıldığını düşünürsek neredeyse kendimi bildim bileli
sevmişim; hep seveceğim. Bu sahne de ayrı bir çılgınlık, bir cümbüş, bir şölen
havasında. Yerinde durdurtmuyor insanı. Jim Carrey şimdi bir dede, benim için
en çok “Maske”.
7. A Man Without Love – Engelbert Humperdinck – Romance &
Cigarettes (Aşk Ve Sigara) (2005)
Bu yazımda uzun uzun anlattığım, zamana çok yakışan çok sevdiğim bu müzikalin en sevdiğim şahane şarkısı, filmin atmosferini çok iyi yansıtıyor.
8. The Show – Kerris Dorsey – Moneyball (Kazanma Sanatı)
(2011)
Brad Pitt değil, Billy'nin başarısızlığı değil, Red Sox’un şampiyonluğu değil; bu filmden
bana en çok geriye kalan, sonunda babanın arabada gözyaşlarıyla kızının kaydını
dinlediği, -kaderin cilvesi- şarkının da duruma cuk oturduğu sahne oldu.
9. Double Trouble – The London Oratory School – Harry Potter
And The Prisoner Of Azkaban (Harry Potter Ve Azkaban Tutsagı) (2004)
Ben Harry Potter’la büyüdüm. Ergenliğimde Daniel Radcliffe’e
aşıktım diyeyim size, anlayın hangi derecede Harry Potter sevdiğimi. Torpil yok
diyemem :) Sözlerin Shakespeare, Machbeth’ten alındığı şarkıyı büyük üstad John
Williams bestelemiş. Çok sevimli değil mi?
10. You And Me – Penny & The Quarters – Blue Valentine
(Aşk Ve Küller) (2010)
Dayanamadım. Bu şarkıyı o kadar seviyorum ki, sahnesinin
etkileyiciliğinden falan değil, güzelliğinden ötürü kattım listeye. Blue
Valentine iyi bir aşk filmidir, severiz kendisini, şu yazımda hakkında çiziktirdiklerimi okuyabilirsiniz.
Beğenilerimi sizlerle paylaştıkça, söylendiklerime karşılık
buldukça, yazılarım okundukça çok mutlu oluyorum.
Dilerim ve umarım kartopu misali büyürüz.
“Onlar bir tek televizyona inandılar. Televizyonu çok
izleyen insanlar, bilgili insanlardır. Televizyona inanan insanlar ise
aptaldır”.
Dar ayakkabıyla yaşamak, Dušan Kovačević’in yazdığı,
İntiharın Genel Provası ve Buluşma Yeri’yle birlikte oluşturdukları üçlemenin
son oyunu. Bu üç oyunun birbirleriyle bağlantısı yok ancak sistemi, insanları
ve yaşamdaki değerlerin geldiği noktayı eleştirmeleri ve ölüm unsurunu
içermeleri açısından ortak noktalar taşıyorlar.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bu sezon sahnelenmeye
başlandı ve bunu da diğerlerini de olduğu gibi Nurullah Tuncer yönetmiş.
Üçünün bir ortak noktası da Şehir Tiyatroları’nın gediklisi Bennu
Yıldırımlar’ın rol alması.
Bir ayakkabı fabrikasında kuruluştan beri çalışan işçiler,
patronun hataları sonucu fabrikayı batırmasıyla maaşlarını alamadıklarından,
açlık grevine başlamışlardır. İlk perde, işçilerin yaşam şartlarını ve grevde
yaşadığı zorlukları gösteriyor bizlere. Bu sırada patronu ve kendince halinden
anladığı işçiler arasında sıkışıp kalmış bir menajer, sürekli olarak işçileri
ikna çabasındadır. Perdenin sonunda ikna oldukları üzere işçiler, yaşadıkları
insanlara ders olsun diye “Benim Numaram Kazanacak” adlı Biri Bizi Gözetliyor
türü yarışmaya katılmaya razı olurlar.
İkinci perdenin başlangıcında tiyatro sahnesi televizyon
haline, tiyatro izleyicisi de televizyon seyircisi haline geliyor ve “Benim
Numaram Kazanacak” programını seyrediyoruz adeta. Bu bölüm reality showlarda
görmeye alışkın olduğumuz gibi, yarışmacıların özel hayatları deşildikçe ortaya
çıkan skandalları da içerdiğinden, eğlenceliydi. Tam bir reality show gibi
güldürürken olayların perde arkasını gösteriyor; dram üzerinden yaratılan
komedinin kısa olacağı bilindiği gibi son buluyor ve bizleri etkileyici bir final
karşılıyor.
İlk perdeyi az, ikinci perdeyi çok beğendim.
Dar Ayakkabıyla Yaşamak, medyanın insanları nasıl kullandığı
ve sömürdüğü gerçeğini işleyen bir kapitalizm eleştirisi. Günümüz dünyasındaki
kurgulanmış oyunları, kandırmacaları gösteriyor ve bir insan hayatının ne kadar
değer gördüğünü, daha doğrusu görmediğini bize fark ettiriyor.
Dram yönü en ağır basan karakter olduğundan en çok
Veseli’den etkilendim. Ayakkabı fabrikasında yapıştırıcının başında çalışan, bu
nedenle akciğer hastası olan, sürekli hırlayan, öksüren, tıksıran Veseli’yi canlandıran
Nihat Alpteki görünenden daha zor bir oyunculukla baş ediyor olmalı.
Medya patronu ve sunucu Maldiv Bey’i canlandıran Tankut Yıldız
da sevimsiz hatta iğrenç sömürücü rolünde, iyi bir oyunculuk sergiliyor.
Bennu Yıldırımlar’ın canlandırdığı karakterler farklı
yönlerde de olsalar bana hep benzer kişilermiş gibi geliyor artık.
Sevmediğim ve hatta çok rahatsız olduğum hususlar –ki yalnız
değilim- esas olarak ışık ve sesle ilgili. Serinin diğer oyunlarında da olduğu
gibi, dekorda sürekli yanıp sönen rengarenk ışıklar gözü yormaktan başka bir
işe yaramıyor. Hiçbir gereği de yok. Yine işçilerin kasketlerindeki ışık
seyirciyi kasten rahatsız etmek için kullanılsa da, gereksiz. Efektlerde aniden
açılan seslerin volümleri de rahatsız edici ölçüde yüksek.
Bir diğer sevmediğim nokta da ilk perdedeki işçi dramının
seyirciye kendini iyice kötü hissettirmesi niyetiyle fazla uzatılmış olması.
Şikayetlerim bunlardan ibaret sayın tiyatrosever blog okuru.
Bir de dağ kafalı bonus saçlılar azıcık kafalarını
çalıştırsınlar, tiyatroya saçlarını toplayarak gitsinler, ok?
Şehir Tiyatroları’nda iyi bir oyuna rastlamanın çok zor
olduğu bu günlerde Dar Ayakkabıyla Yaşamak bir istisna oluşturmuş. Oyun
seçmekte kararsızlara yardımcı olacaksa, izlemenin vakit kaybı
olmayacağını söyleyebilirim.
"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz". Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.
Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler
dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.
İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek
muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph
Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür
bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp
köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda
ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...
Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye
doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir
roman okumuş gibiydim.
Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak
istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino
filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.
Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben
de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan
çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak
karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak,
oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı
hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.
Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun
canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi
söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş.
Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi
olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor.
Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık
yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son
filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle
kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.
Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok
karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip
olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu
anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en
az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak
fikrinden etkilendim.
Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın).
Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de
patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.
Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı
lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış
senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili
filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim
kabul etmiyorum.
Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem”
dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce
ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme
yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu
sahneler, cümleler katmış yoluna.
Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar
bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek
gösteriliyor.
Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri
noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul
ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş
karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde. Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış.
Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen,
önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film,
ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi,
acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi
çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler
yok. Zorlama duygu dayatması yok.
Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana
öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum
ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.
Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine
tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla,
iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.
Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir
olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak
sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış
mısırını ye ve devam et bebeğim. Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.
Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara
yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine
dönüşüyor. Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.
İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":
Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom":
Lohn Legend'dan "Who Did That To You":
Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin
azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti.
Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı
mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan
filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.
Bu kez sizlere çok moda olmuş bir kiliseden bahsedeceğim.
Vefa’daki Meryem Ana Kilisesi/Ayazması, nam-ı diğer Ayın
Biri Kilisesi’ne gittim, gördüm; ettiğim dua benim olsun, size gözlemlerimi anlatmak
istiyorum.
Öncelikle herkesin her türlü inancına saygı duyulması
zorunluluğunu hatırlatmak isterim.
Yargıda bulunmak, yadırgamak, kimsenin haddine
düşmez.
Mühim olan iç huzuru.
Dua etmek için tabii ki illa bir yerlere gitmek zorunda
değiliz. Fakat bazı mekanlarda enerjinin daha yoğun aktarıldığına ben de inanıyorum.
Benzer şekilde camilere, türbelere de sık sık girer dua
ederim. Böyle de bir tipim. Artık iyice tanıştığımıza göre, devam edebiliriz.
Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden
kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi
çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.
Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl
görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla
köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e
gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita
onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını
öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.
Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir
aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her
gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı
güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü
yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz
aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da
saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8
ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği,
pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.
Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan
Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne
şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu
tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl
konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor,
olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de
bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı
sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu
sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.
1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali
var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.
Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın
2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini
daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi
gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına
geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum
neredeyse. Sağ olsun Hollywood.
Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.
Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada
bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo
mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli
ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş
dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk
değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü,
dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı
oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil.
Şekil 1.a: Punxsutawney
Şekil 1.b: Hill Valley
Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.