12 Temmuz 2013 Cuma

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: UZAK (2002)


Mahmut, boşanmış, yalnız yaşayan, İstanbul’da tutunmaya çabalayan bir fotoğraf sanatçısıdır. Yusuf, iş bulabilmek umuduyla fotoğraf sanatçısı kuzeni Mahmut’un yanına İstanbul’a gelir... Bozulan düzenleri, birbirleriyle giderek kopuklaşan ilişkileri, tutunmaya çalıştıkları hayatları ve sona ermeyen yalnızlıkları izlediğimiz, usta oyunculuklarla dolu bir film Uzak.
Ve bu filme en yakışabilecek isme sahip. Her şeyden uzaklar; kendilerinden, hayallerinden, insanlardan, sevdiklerinden, memleketlerinden...
Uzak, yalnızlığın ve kendinden uzaklaştıkça kimseye yaklaşamayan karakterlerin hikayesi.

28 Mayıs 2013 Salı

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: MAYIS SIKINTISI (1999)

“Ben mayıs aylarını hiç sevmem. Hep içime sıkıntı çöker, hep bir terslik olur nedense”.



Kısaca konusu: Muzaffer belgesel çekmek üzere ailesinin yanına, Yenice’ye gelir. Maddi imkansızlıklardan ötürü filmde annesini ve babasını oynatmaya karar verir. Saffet de üniversiteyi kazanamayınca çalışmaya başladığı fabrikadan ayrılır, ona İstanbul hayallerinde yardımcı olmasını bekleyerek Muzaffer’e yardımcı olmaya başlar. Babası, topraklarının devlet tarafından istimlak edileceği endişesindedir. Küçük Ali ise halası babasına müzikli saat almasını söylesin diye bir yumurtayı kırk gün cebinde taşımaya çalışmaktadır...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: KASABA (1997)

Ülkemizin gurur kaynağı, medar-ı iftiharı yönetmen Nuri Bilge Ceylan, 1959 yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğu Çanakkale’nin Yenice ilçesinde geçmiş. Ardından ailecek yeniden İstanbul’a gelmişler. 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okumaya başlamış fakat, siyasi olaylardan ötürü iki yıl sonra bırakmak zorunda kalmış. ’78 yılında bu kez Boğaziçi Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne başlamış. Burada fotoğraf ve sinema klüplerinde görev almış, bir yandan da seçmeli sinema derslerine girmiş. 6 yıl sonunda mezun olmuş ve sonrasında yurtdışına çıkmış, hayatta ne yapacağı konusunda kararsızlıklar yaşarken dönmüş ve askere gitmiş. Bir buçuk yıl süren askerlik sırasında sinema yapmak istediğine karar vermiş. Askerlik sonrasında Mimar Sinan’da sinema okumaya başlamış ve fakat yaşı 30’a dayanmış yaşlı bir öğrenci olduğundan iki yıl sonrasında hayata atılmak üzere okuldan ayrılmış. Fotoğrafçılıkla hayatını sürdürmüş bir yandan ve ilk kısa metrajlı filmi Koza’yı bitirdiğinde yaşı 35 – 36 civarında.
Kendisi hakkında pek çok yerde rastlayabileceğimiz bu bilgileri ben neden mi yazdım? Şunun için yazdım... Benim buradan anladığım ve ifade etmek istediğim şudur: Yetenek, sanatçı ruh içten gelir. Fakat yine de yönetmen doğulmuyor, yönetmen olunuyor (Elektrik mühendisi de olunabilirdi). Sanatçı ruhun öne çıkmasına önce bir karar vermek, sonra izin vermek gerekiyor.
Birçok geleceği konusunda kararsız, sınırlarına hapsolmuş ve çaresiz olduğunu düşünen kişi için bunların fazlasıyla anlam ifade edeceğini biliyorum. Düşünmek, kendini dinlemek, kendine izin vermek, kararlı olmak gerekiyor. Bizi biz yapan, seçimlerimiz.
Su doğru kanalda akacaktır sevgili içindeki sese kulak vermeye mail blog okuru.


61. Cannes Film Festivali’nde aldığı en iyi yönetmen ödülü sonrasında Üç Maymun’u izleyerek tanışmıştım ben Nuri Bilge Ceylan’la.
Geçende “neyin var” sorusuna “bilmem, mayıs sıkıntısı herhalde” diye gayriihtiyari cevap verdiğimde ne espri yapmak niyetindeydim ne de cümle arasına iki entel dantel kelime sıkıştırmak istemiştim. Öylece söylediğim deyimin literatürüme yerleştiğini fark ettiğimde önce hala Mayıs Sıkıntısı’nı izlememiş olduğumu, ardından da daha sadece bir Nuri Bilge filmi izlemiş olduğumu kederle fark ettim. Yapmayı planladığım -ve elbette ki ertelediğim- başka film serileri ve yazıları bırakıp tam zamanıyken izlemeye karar verdim ve sizlerle de paylaşarak Nuri Bilge Ceylan’ı birlikte iyice tanıyalım istedim.
Mayıs Sıkıntısı’nın “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen, NBC’ın yarı otobiyografik öğeler taşıyan filmlerinin ikincisi olduğunu böylece öğrendim. Bu nedenle önce Kasaba’yla başlıyoruz.

21 Mayıs 2013 Salı

BOŞ KOLTUK: Küçük Bir Kasaba Hakkında Büyük Bir Roman


THE CASUAL VACANCY


Harry Potter sonrası nasıl bir romanla karşımızda olacağı uzun süredir merak konumuzdu J.K. Rowling’in. Nihayet çıktı, nihayet aylar sonra Türkçe’ye çevrildi, ben nihayet alabildim, sınavlardan derslerden fırsat bulup okuyabildim, ve nihayet hakkında yazma fırsatı buldum.



Kısaca konusu: Pagford adında şirin bir kasabanın belediye meclisi üyesi Barry Fairbrother’ın ani ölümüyle belediyede boş kalan koltuğa sahip olmak için yaşananlar, varoş mahallesi Fields’tan kurtulmak için çabalayan Pagford sakinleri, Barry’nin hayatına bir şekilde dokunduğu insanların yaşantısında meydana gelen zincirleme değişiklikler...

20 Nisan 2013 Cumartesi

Pera Müzesi’nde Son Haftasonu Ziyareti: Nickolas Muray & Çöl Ve Deniz Arasında

Gitmek istediğim sergileri daha çok var, nasılsa giderim diyerek erteler, sonra da genelde kaçırırım.
Pera Müzesi'nde sergilenen, 21 Nisan pazar günü sona erecek olan Nickolas Muray fotoğraf sergisi ve Akdeniz kıyısındaki Arap ülkelerinden sanatçıların resim, heykel gibi eserlerinin bulunduğu Çöl Ve Deniz Arasında'yı nihayet bir gün kala ziyaret edebildim. Buyrunuz:


Nickolas Muray




Amerika’ya cebinde 25 dolarla ve 50 İngilizce kelime bilerek gitmiş Macar fotoğrafçı Nickolas Muray (vay be), kariyerine moda dergilerine portre fotoğraflar çekerek başlamış ve birdenbire ünlü olmuş. Hollywood ünlülerinin ve Coca Cola, Dodge, Camel gibi pek çok markanın reklam fotoğraflarını çekmiş. Renkli fotoğraf döneminin başlamasıyla doğal renkli fotoğrafları ilk kullananlardan biriymiş. Günümüz fotoğraflarında bile etkisi gözlenen, 20’li 30’lu yıllarda çığır açmış bir moda fotoğrafçısıymış Muray.
*Antony, Kleopatra, Cecil DeMille Coca-Cola reklamında
Çok da çapkın bir adammış. Birçok kadınla ilişkisi, evlilikleri falan olmuş ama asıl tutkusu Frida Kahlo'ymuş. Frida’nın çoğu fotoğrafı da kendisine aitmiş. Söylendiğine göre on yıllık bir aşk ilişkileri olmuş. 
“Nick, seni bir meleği severcesine seviyorum… Seni asla unutmayacağım, asla, asla. Sen benim hayatımsın.” – Frida.  
Frida’yla Diego boşandıklarında Nick onunla evlenir sanıp umutlanmış. Diego dururken... Tabii ki Frida Diego’yla tekrar evlenmiş. Frida’ya bak sen yalnız. Az değil :) Eee, “Kadınlar kendilerini seven erkeklere gülerler” demişler. Nick en azından biraz twitter karıştırsaydı bu kadar ümitlenmezdi diye tahmin ediyorum. 
“Lütfen en kısa zamanda yaz bana. Senin olan Nick.” (Yazmadı).
*Frida, İki Frida'yı boyarken.

*Ben ve Pağanlarım'ın önünde -belki gizli bir hüzünle- Frida bize doğru bakarken, Nick'in ona aşkla bakışı, ah ki ne ah.

Kendi gözlem ve fikirlerimden bahsedecek olursam, çekildiği ve hazırlandığı zamanları da düşünecek olursak fotoğrafların kalitesi hakkında diyecek sözüm zaten olamaz. Fotoğraf konusunda uzman da değilim. Ancak fotoğraflar bu işi ticari olarak yapanlara ders verecek nitelikte olduğu için etkilenmek zorunda da değilim. 
Resimlerin çoğunda ruh yok. Duygu yok. İnsan hikayesi yok. Güzel kadınlar, metalaştırılmış bedenler, reklamların, dergilerin –hele ki 30’ların o kusursuz dünyası… Kusurlu olan, gerçek olan, ruh katan, içinde hayat olan, Frida ve ona olan aşkı ve bundan doğan resimlerdi. Frida’yı bile güzel gösteren Nick'in aşkı ve sanatıydı; ki güzel bir kadın sayılmaz :) 
Nispeten etkileyici olanlar Frida’lı fotoğraflardı benim için.

Not: Cam karşısında yansımama engel olamadığımdan kendi çektiklerimi değil, alıntıları kullanmayı tercih ettim.

Çöl Ve Deniz Arasında

*Fahrelnisa Zeid,  Ürdün, Çölde Şölen, 1957
Akdeniz kıyısındaki Arap ülkelerinden sanatçıların modern ve çağdaş sanat eserlerinden oluşan bir sergi Çöl ve Deniz Arasında. Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki bazı eserlerden oluşuyormuş. Nickolas Muray sonrası gezmek iyi geldi.        
                                                                                             
             
*Hazem Zubi, Ürdün, İsimsiz, 2004
*Wijdan, Aşk, 2011 & Anta Ana, Ben Senim

 
*Laila Shawa, Filistin, İmkansız Rüya, 1988
*Mustafa Aliden, Tersine Zaman

İçlerinde en beğendiğim ve anlamlı bulduğum İmkansız Rüya oldu. Kaşları, gözleri, sürmeleri aynı, çarşaf renkleri ve desenleri farklı, dondurma yiyemeyen kadınlar.

*Ahmad Nawar, Mısır, Guneim Dağı & Rafik Al Kamel, Tunus, 1985
*Fahrelnissa Zeid, Ürdün, İsimsiz, Kuş kemikleriyle paleokristal



Başka sergilerle buluşmak üzere.
Sevgiler.



22 Şubat 2013 Cuma

OSCAR ADAYLARI: EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI

Sabırsızlıkla beklediğim Oscar törenine iki gün kaldı!
Hep erteleyip gecikmeden ötürü iptal ettiğim Oscar adaylıkları postunu atlamaya içim razı olmadı. Hala şarkıların tamamını dinlememiş olanlar için de bir kolaylık olur belki, tören için favorilerinizi belirleyebilirsiniz.
Tamamını kelimesini özellikle kullandım, malum Adele sağ olsun, bu yıl bir “Skyfall” patlaması yaşandı, duymayan kalmamıştır. Onun dışında filmlerin (yine) tamamını izlemediğimden, hiçbirinde normalde sevdiğim gibi kullanıldıkları sahnelerle birlikte yorumlamayacağım bu kez (ki ne yalan söyleyeyim, oyuncak ayıcıklı Ted’i de, karbon salımı hakkındaki belgesel Chasing Ice’ı da en azından bir süre için seyredeceğimi sanmıyorum). Kategorinin de gerektirdiği üzere, sadece şarkılardan bahsedeceğim.
Aralarında adaylıkları doldurmak için aday edilmiş şarkılar da bulunmakla beraber; buyrunuz.


“Skyfall” – Adele – Skyfall (2012)

Söz & Müzik: Adele Adkins, Paul Epworth


Çok net olarak; diğer tüm adaylardan açık arayla iyi bir şarkı. Bu şarkıyla bu yıl bir nevi “My Heart Will Go On” vakası yaşandığını söyleyebiliriz.Ve fakat remixiyle birlikte o kadar çok çalındı ki artık duymak bile istemiyorum. Adele’in yorumuna bile dayanamaz hale geldim.
Çıktığı günden beri neredeyse bir fenomen olan, ödülleri silip süpüren Skyfall sayesinde bu yıl bir ‘birinci belli ikinci kim’ durumu var adeta. Yine de sürprizlere açığız elbette.


“Before My Time” – Scarlett Johansson – Chasing Ice (2012)

Söz & Müzik: J. Ralph


İzlememiş olduğum için bunu söylemek doğru mı bilmiyorum ama yine de net olarak söyleyeyim, şarkı içimi sıktı. Dramatik yapısıyla eminim belgeselin bütünlüğüne etkileyici bir hava katmıştır.
Güçlü bir yorum değil fakat en azından duygusunu vererek okumuş Scarlett Johansson.


“Everybody Needs A Best Friend” – Norah Jones – Ted (2012)

Söz: Seth Macfarlene
Müzik: Walter Murphy


Akademi bu yılın sunucusuna bir jest yapmış, filmin yönetmeni, senaristi, prodüktörü, oyuncusu Seth Macfarlene’ye bir adaylık vermiş sanırım. Şarkıyı da o yazmış.
Vasatın üstünde bir şarkı; Norah Jones durumu kurtarır mı, bilemiyorum.
Video da ne tatlı değil mi? Iyy.


“Pi’s Lullaby” – Bombay Jayashiri – Life Of Pi (2012)

Söz: Bombay Jayashri
Müzik:Michael Danna


Üzerinden dört yıl geçmesine rağmen, Slumdog Millionaire'den ötürü yaşanan o Bollywood fırtınası esmiş gecenin etkilerinden halen çıkabilmiş değilim. Son derece kişisel olarak, Hint ezgilerinden daralan içim, adlı şarkımız:



“Suddenly” – Hugh Jackman - Les Miserables (2012)

Söz: Herbert Kretzmer, Alain Boublil.
Müzik: Claude – Michel Shönberg


Bir sürpriz yaşanabilir ve ödül bu şarkıya gelebilir de deniyor. İsterdim hani ama şimdi Adele'le, Skyfall'la kıyasladığımızda çok sönük, çok zayıf bana göre. Canım Hugh.





20 Şubat 2013 Çarşamba

NE FİLMLER NE MÜZİKLER 1 YAŞINDA!

BENİM SEVGİLİ 10'UM


Merhaba!
Tweetlerimde “ne filmlerde ne müzikler vardı” diyerek paylaştığım film müzikleri ve şarkılarının aşırıya kaçacağını fark etmemle aklıma düşen twitter sayfası ve ardından blog fikrinin birinci yılı!
Ne Filmler Ne Müzikler’in birinci yılını geçtiğimiz yıl boyunca paylaştığım şarkılardan en sevdiğim 10’unu paylaşarak kutlamak istedim.
Bir yıl boyunca yüzlerce film ve yüzlerce şarkıyı geride bıraktık. İçlerinden seçim yapıp ona indirmek kolay olmadı.
Seçtiklerimin paylaştığım film sahneleri veya şarkıların en iyileri değil, şahsi olarak en sevdiklerim, şahsi olarak en çok etkilediklerimden oluştuğunu ve sıralama yapmadığımı belirtmek isterim.
İyi eğlenceler!


1. Johnny B. Goode – Mark Campbell – Back To The Future (Geleceğe Dönüş) (1985)


“Şarkılı sahneler arasında en sevdiğiniz hangisidir” türü bir anket yapılsa ilk sırayı alacağını düşündüğüm Johnny B. Goode gönlümde apayrı bir yere sahip. Sıralama yok demiştim ama, Marty McFly’ın hayallerini gerçekleştirme fırsatı bulup tutkuyla çalıp söylediği sahne favorim.


2. Day-O (The Banana Boat Song) – Harry Belafonte – Beetle Juice (Beter Böcek) (1988)


Bu sahneyi yazan senaristler çılgın, çeken Tim Burton çılgın, şarkıyı yazan, söyleyen çılgın, o dekoru, kostümleri tasarlayan manyak, koreograf deli. Başta Catherine O’Hara olmak üzere bütün oyuncular müthiş. Hepiniz harikasınız! Çılgınca saygılar.


3. As Time Goes By – Dooley Wilson – Casablanca (1942)


İzleyenin aklından çıkmayacak bir sahne: Ilsa’nın eski aşkı Rick’in barına geldiğinde söylediği “Tekrar çal, Sam. Eski günlerin hatrına” sözleri, insanı kalbinden yakalayan, sinema tarihinin efsaneleşmiş repliklerinden. Sözler iç burkarken, şarkının naif havası da filme çok yakışıyor.         
.

4. Miss Celie’s Blues (Sister) – Tata Vega – The Color Purple (Mor Yıllar) (1985)


Steven Spielberg’ün sanırım insanları ağlatmak niyetiyle çektiği dramada doruk noktası, bu unutamadığım ve gözyaşlarını tutmanın imkansıza döndüğü sahneydi. Şarkının söz ve müziğinde Quincy Jones imzası da bulunuyor.

5. In Dreams – Roy Orbison – Blue Velvet (Mavi Kadife) (1986)


Hiç film izlememiş olsaydım ve ilk izlediğim film Blue Velvet olsaydı, bu sahneyi gördükten sonra ben sinemayı çok severdim gibi geliyor bana. Bu sahnedeki gerçeküstü atmosfer büyülü gibi, bayılıyorum. Blue Velvet hakkında daha fazla detay, bu yazımda.


6. Cuban Pete – Jim Carrey – The Mask (Maske) (1994)


Maske’nin çizgi filmini de çok severdim, filmini de çok sevdim. Aslında 1994’te yapıldığını düşünürsek neredeyse kendimi bildim bileli sevmişim; hep seveceğim. Bu sahne de ayrı bir çılgınlık, bir cümbüş, bir şölen havasında. Yerinde durdurtmuyor insanı. Jim Carrey şimdi bir dede, benim için en çok “Maske”.


7. A Man Without Love – Engelbert Humperdinck – Romance & Cigarettes (Aşk Ve Sigara) (2005)


Bu yazımda uzun uzun anlattığım, zamana çok yakışan çok sevdiğim bu müzikalin en sevdiğim şahane şarkısı, filmin atmosferini çok iyi yansıtıyor.



8. The Show – Kerris Dorsey – Moneyball (Kazanma Sanatı) (2011)


Brad Pitt değil, Billy'nin başarısızlığı değil, Red Sox’un şampiyonluğu değil; bu filmden bana en çok geriye kalan, sonunda babanın arabada gözyaşlarıyla kızının kaydını dinlediği, -kaderin cilvesi- şarkının da duruma cuk oturduğu sahne oldu.


9. Double Trouble – The London Oratory School – Harry Potter And The Prisoner Of Azkaban (Harry Potter Ve Azkaban Tutsagı) (2004)


Ben Harry Potter’la büyüdüm. Ergenliğimde Daniel Radcliffe’e aşıktım diyeyim size, anlayın hangi derecede Harry Potter sevdiğimi. Torpil yok diyemem :) Sözlerin Shakespeare, Machbeth’ten alındığı şarkıyı büyük üstad John Williams bestelemiş. Çok sevimli değil mi?


10. You And Me – Penny & The Quarters – Blue Valentine (Aşk Ve Küller) (2010)


Dayanamadım. Bu şarkıyı o kadar seviyorum ki, sahnesinin etkileyiciliğinden falan değil, güzelliğinden ötürü kattım listeye. Blue Valentine iyi bir aşk filmidir, severiz kendisini, şu yazımda hakkında çiziktirdiklerimi okuyabilirsiniz.




Beğenilerimi sizlerle paylaştıkça, söylendiklerime karşılık buldukça, yazılarım okundukça çok mutlu oluyorum.
Dilerim ve umarım kartopu misali büyürüz.
Kimse okumazsa da ben okurum :)
Nice yıllara!



15 Şubat 2013 Cuma

DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK


“Onlar bir tek televizyona inandılar. Televizyonu çok izleyen insanlar, bilgili insanlardır. Televizyona inanan insanlar ise aptaldır”.  


Dar ayakkabıyla yaşamak, Dušan Kovačević’in yazdığı, İntiharın Genel Provası ve Buluşma Yeri’yle birlikte oluşturdukları üçlemenin son oyunu. Bu üç oyunun birbirleriyle bağlantısı yok ancak sistemi, insanları ve yaşamdaki değerlerin geldiği noktayı eleştirmeleri ve ölüm unsurunu içermeleri açısından ortak noktalar taşıyorlar.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bu sezon sahnelenmeye başlandı ve bunu da diğerlerini de olduğu gibi Nurullah Tuncer yönetmiş.
Üçünün bir ortak noktası da Şehir Tiyatroları’nın gediklisi Bennu Yıldırımlar’ın rol alması.


Bir ayakkabı fabrikasında kuruluştan beri çalışan işçiler, patronun hataları sonucu fabrikayı batırmasıyla maaşlarını alamadıklarından, açlık grevine başlamışlardır. İlk perde, işçilerin yaşam şartlarını ve grevde yaşadığı zorlukları gösteriyor bizlere. Bu sırada patronu ve kendince halinden anladığı işçiler arasında sıkışıp kalmış bir menajer, sürekli olarak işçileri ikna çabasındadır. Perdenin sonunda ikna oldukları üzere işçiler, yaşadıkları insanlara ders olsun diye “Benim Numaram Kazanacak” adlı Biri Bizi Gözetliyor türü yarışmaya katılmaya razı olurlar.
İkinci perdenin başlangıcında tiyatro sahnesi televizyon haline, tiyatro izleyicisi de televizyon seyircisi haline geliyor ve “Benim Numaram Kazanacak” programını seyrediyoruz adeta. Bu bölüm reality showlarda görmeye alışkın olduğumuz gibi, yarışmacıların özel hayatları deşildikçe ortaya çıkan skandalları da içerdiğinden, eğlenceliydi. Tam bir reality show gibi güldürürken olayların perde arkasını gösteriyor; dram üzerinden yaratılan komedinin kısa olacağı bilindiği gibi son buluyor ve bizleri etkileyici bir final karşılıyor.
İlk perdeyi az, ikinci perdeyi çok beğendim.

Dar Ayakkabıyla Yaşamak, medyanın insanları nasıl kullandığı ve sömürdüğü gerçeğini işleyen bir kapitalizm eleştirisi. Günümüz dünyasındaki kurgulanmış oyunları, kandırmacaları gösteriyor ve bir insan hayatının ne kadar değer gördüğünü, daha doğrusu görmediğini bize fark ettiriyor.

Dram yönü en ağır basan karakter olduğundan en çok Veseli’den etkilendim. Ayakkabı fabrikasında yapıştırıcının başında çalışan, bu nedenle akciğer hastası olan, sürekli hırlayan, öksüren, tıksıran Veseli’yi canlandıran Nihat Alpteki görünenden daha zor bir oyunculukla baş ediyor olmalı.
Medya patronu ve sunucu Maldiv Bey’i canlandıran Tankut Yıldız da sevimsiz hatta iğrenç sömürücü rolünde, iyi bir oyunculuk sergiliyor.
Bennu Yıldırımlar’ın canlandırdığı karakterler farklı yönlerde de olsalar bana hep benzer kişilermiş gibi geliyor artık.


Sevmediğim ve hatta çok rahatsız olduğum hususlar –ki yalnız değilim- esas olarak ışık ve sesle ilgili. Serinin diğer oyunlarında da olduğu gibi, dekorda sürekli yanıp sönen rengarenk ışıklar gözü yormaktan başka bir işe yaramıyor. Hiçbir gereği de yok. Yine işçilerin kasketlerindeki ışık seyirciyi kasten rahatsız etmek için kullanılsa da, gereksiz. Efektlerde aniden açılan seslerin volümleri de rahatsız edici ölçüde yüksek.
Bir diğer sevmediğim nokta da ilk perdedeki işçi dramının seyirciye kendini iyice kötü hissettirmesi niyetiyle fazla uzatılmış olması.
Şikayetlerim bunlardan ibaret sayın tiyatrosever blog okuru.



Bir de dağ kafalı bonus saçlılar azıcık kafalarını çalıştırsınlar, tiyatroya saçlarını toplayarak gitsinler, ok?

Şehir Tiyatroları’nda iyi bir oyuna rastlamanın çok zor olduğu bu günlerde Dar Ayakkabıyla Yaşamak bir istisna oluşturmuş. Oyun seçmekte kararsızlara yardımcı olacaksa, izlemenin vakit kaybı olmayacağını söyleyebilirim.



NeTiyatro puanı: 7/10

7 Şubat 2013 Perşembe

DJANGO UNCHAINED (2012)

ZİNCİRSİZ

"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz".

Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.  


Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.


İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...



Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir roman okumuş gibiydim.

Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.

Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.

  
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak, oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.

Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş. Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor. Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.



Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak fikrinden etkilendim.



Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın). Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.



Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim kabul etmiyorum.

Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem” dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu sahneler, cümleler katmış yoluna.


Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek gösteriliyor.

Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde.

Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış. 

Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen, önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film, ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi, acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler yok. Zorlama duygu dayatması yok.

Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.

Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla, iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.



Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış mısırını ye ve devam et bebeğim.

Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.

Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine dönüşüyor.
Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.


İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":




Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom": 




Lohn Legend'dan "Who Did That To You":




Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti. Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.

Bu da credits sonunda çoğumuzun kaçırdığı sahne:


Bense goodbye değil, auf wiedersehen diyorum.
Elveda değil, görüşene dek.

NeFilm Puanı: 8.5/10
Django Unchained (2012) on IMDb

30 Ocak 2013 Çarşamba

AYIN BİRİ KİLİSESİ

Merhaba maneviyatına düşkün blog okuru!
Bu kez sizlere çok moda olmuş bir kiliseden bahsedeceğim.
Vefa’daki Meryem Ana Kilisesi/Ayazması, nam-ı diğer Ayın Biri Kilisesi’ne gittim, gördüm; ettiğim dua benim olsun, size gözlemlerimi anlatmak istiyorum.


Öncelikle herkesin her türlü inancına saygı duyulması zorunluluğunu hatırlatmak isterim.
Yargıda bulunmak, yadırgamak, kimsenin haddine düşmez.
Mühim olan iç huzuru.

Dua etmek için tabii ki illa bir yerlere gitmek zorunda değiliz. Fakat bazı mekanlarda enerjinin daha yoğun aktarıldığına ben de inanıyorum.
Benzer şekilde camilere, türbelere de sık sık girer dua ederim. Böyle de bir tipim. Artık iyice tanıştığımıza göre, devam edebiliriz.

15 Ocak 2013 Salı

GROUNDHOG DAY (1993)


BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ


Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.


Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve  dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.


Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8 ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği, pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.


Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor, olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.  

                                     

1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.

Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın 2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum neredeyse. Sağ olsun Hollywood.


Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.



Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü, dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil. 

                                                                       Şekil 1.a: Punxsutawney

                                                                       Şekil 1.b: Hill Valley                                                     

Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.

NeFilm Puanı: 6.5/10
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...