11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim! Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır.Nokta.
Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.
Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya
gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst
edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin
Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola
çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit
olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli
mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.
“Gelecekte eminim yine karşılaşacağız, ama arkadaş olacağız.”
David Nicholls'un bestseller romanından uyarlama One Day. O günlerde çok popüler olmuştu, ben de okumak istemiştim ama fırsat olmadı. Ben de artık filmini izleyeyim dedim, tam da aşk filmi havamdayken.
Emma ve Dexter, mezuniyet sonrası, üzerlerinde cüppelerle,
sabaha karşı tanışırlar ve eve geçerler. Emma bu durumları yüzüne gözüne bulaştıran
bir tip olduğundan, yürümez ancak arkadaş kalmaya karar verirler.
Birbirlerinden hep haberdar olmak suretiyle, her yıl 15 temmuz günü buluşurlar.
Biz de, 1988’deki mezuniyetlerinden 2006’ya kadar her yılın 15 temmuz gününü izleriz.
Sanki karşımızda bir ilişki-zaman grafiği var. Bazen pik
veren, bazen apsiste bir grafik.
Emma potansiyelini açığa çıkaramayan biri. Buna rağmen hep
çabalıyor, köhne bir yerde garsonluk yapıyor, öğretmen oluyor, sonunda yazar olmayı başarıyor; hep çalışan,
emek veren biri.
Dexter’sa tam bir ağustos böceği. Zengin, havai, dışadönük,
zampara bir adam.
Aradan geçen yıllarda Dexter’ın hayatı düşüşe, Emma’nınki
yükselişe geçiyor.
Ve sonra..
Oğlumuz adam oldu, ama zaman diye birşey vardı.
Issız Adam’a ağlayanlar bunu izlerken de hıçkırıklarını
gözyaşlarını tutamayacaktır.
Her yılın aynı gününü izleyerek hayattaki değişime tanıklık
etme fikrini çok sevdim.
Zaman ilerleyişini, onlarla beraber modanın ve tarzlarının
da değişimi izlemek eğlenceli.
Filmin başarısızlığı, yıllar atladıkça bizim bunlar arasında
çok az bağlantı kurabilmemiz.
Filmin mottosunu yakaladıktan sonra senaryoya kendi
kafamızdan eklemeler yapmamız gerekiyor.
Emma’nın yaşadıkları, hissettikleri çok yetersiz kalıyor.
Bu yüzden hikayeyi sevdim ve keşke kitabını okusaydım dedim.
Çok güzel görüntüler var ve yine de hoş bir aşk hikayesi; bu yüzden yazmak istedim.
Anne Hathaway zaten iyi bir oyuncu, ben de seviyorum artık
kendisini.
Jim Sturgess’i ise ilk kez izledim. Abartmıyorum, bakkalın
çırağı kadar bir karizması var. Kimse kusura bakmasın. Hiç beğenmedim hiç. Olmamış. Nasıl yakışmıyorlar
birbirlerine, nasssıl. İzledikçe Ryan Gosling’in değerini anladım. O karakter
ayağa kalkardı. (Canım Ryan, herşeyin olduğu gibi senin de değerini zamanında
bilemedim. Seni seviyorum. Bana ulaş). Jake Gyllenhaal da iyi giderdi.
Aşk filmi severlere, kafa boşaltmak isteyenlere, sevgilerle.
Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi.
Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.
Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye
iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii
izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına
girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.
Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward
Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar.
Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman
(98’liler!!).
Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden
bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek
bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir
ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları
için böyle seçilmiş olabilirler.
Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği..
Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara
kaşını kara gözünü yerim yer!
Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle
yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan
beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı,
baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle
adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de
olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar
vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.
Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri
olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine
anlıyorum.
İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya
kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.
Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk
gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir
yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce
büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.
Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o
çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin
hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.
Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana.
Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat
tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış.
Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.
Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour:
Merhaba sinemanın yanı sıra hayatında tiyatroya da yer veren blog okurları!
Bir değişiklik yapıp bu kez sizlere bir tiyatro oyunundan bahsetmek istedim.
İyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu söyleyebilirim. "Yağmur Durduğunda" iyi bir oyun, bunu da söyleyebilirim.
“Belki de insanın söyleyecek birşeyinin kalmaması,
söyleyecek birçok şeyi olduğunu söylemenin bir başka yoludur”.
“Yağmur Durduğunda” Devlet Tiyatroları'nın bu sezon sahnelenmeye
başlamış bir oyunu. Hakan Çimenser yönetmiş, oyun yazarı ve senarist Andrew Bovell, 2008 yılında yazmış.
Çok kısaca konusu: 'bir aile içinde yapılmış geri dönülemez bir hatanın kuşaklar boyu süren etkisi' olarak ifade edilebilir.
Kadın-erkek ilişkileri, baba-oğul ilişkileri, birbirlerinin hayatları üzerindeki
etkileri ve bunlardan bahsederken aile, aşk, bağlılık, iyilik, kötülük, ölüm,
pedofili gibi konularla ilgilenen bir oyun. Bu sırada, farklı zamanlarda, farklı
yerlerde, farklı kişilerce anlatılan hikayeleri ve yaşananları izliyoruz. Ve o sırada bir taraftan da dünyanın o dönemdeki durumu hakkında yapılan konuşmalarla siyasal arkaplanı takip ediyoruz.
Oyunda geçen cümleler hafife alınacak cinsten değil. Biri
üzerinde durup düşünmek isterken, diğer birini kaçırabilirsiniz.
"Yağmur Durduğunda"nın en iyi şeyi kurgusu.
Oyunun ilk dakikalarında yerine koyamadığımız parçalar
zamanla yerine oturuyor, biz de bir yandan çözmeye çalışıyoruz. Sonlara doğru zamanın
açığa çıkardığı sebep-sonuç ilişkisiyle taşlar yerine oturuyor ve herşey
anlamlanıyor.
Bu nedenle konusundan tam olarak bahsetmek istemiyorum ki,
izledikçe anlaşılmasındaki o keyif yok olmasın.
Kuşaktan kuşağa benzer kaderi yaşayan, o kaderden
kurtulamayan yaşamlar da izledik. Bu fikir bana biraz Yüzyıllık Yalnızlık’ı
anımsattı.
Şunu da belirtmek zorundayım; oyun sırasında ister istemez
hissettiğimiz empati sonrasında resmen ağırlaştık. Yorulduk, canımız sıkıldı.
Keyifli bir gün geçirmek istiyorsanız, doğru bir seçim olmadığını söylemeliyim.
Tüm bunlar hissi çok iyi geçirmeyi başaran oyuncular
sayesinde. Özellikle Ezgi Yentürk gerçekten çok başarılıydı, hemen bütün
alkışlarım onun içindi.
Sevmediğim nokta, kimi oyuncuların fazla teatral
tonlamalarıydı. 2012 yılında hala devam eden bu eski tip konuşma şeklinden artık
kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğu kişi bu yapaylık yüzünden haklı olarak tiyatroya
ısınamıyor.
“İki şey... Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey
var. Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek”.
Bir fahişeyle şehvet dolu bir ilişkinin kucağına düşen orta
yaşlı tosun aile babası Nick, neyse ki ölmeden bu söylediklerini dibine kadar
yapma şerefine nail oluyor.
Uzun süre sonra yazdığım ilk yazı, Romance & Cigarettes.
Öncelikle gerçekten çok özlediğimi söylemek istiyorum.
Romance & Cigarettes’in nasıl bir film olduğu adından
belli diyebiliriz ama, böyle bir film beklemiyordum, en azından beni bu kadar
yakalamasını beklemiyordum.
Mükemmel bir film olduğunu söyleyemeyiz ama kendine has,
benzersiz bir stili var.
Senaryosunu yazan ve yöneten, Coen Kardeşler’in favori
oyuncularından, benim de çok sevdiğim John Turturro. Yürütücü yapımcılığı da
Coen’ler üstlenmişler.
Müzikal dediğin bence böyle olmalı. Müziğin girdiği her
sahne mi bu kadar iyi, bu kadar eğlenceli ve yerinde olur. Gerçekten çok
beğendim!
Ve inanılmaz güzel şarkılar var. İnanılmaz.
IMDb’deki “down and dirty” tabiri hoşuma gitmedi. Yine de
siz –kesinlikle- annenizin babanızın yanında izlemeyin.
Konusu, kısaca:
Kitty, (Susan Sarandon), kocasının bir kadına yazdığı edepsiz
bir not bulur, ve adama tekmeyi basar. Metresi bulmakta ona yardımcı olması için kuzeni Bo’yu (Christopher Walken) çağırır.
Adam (James Gandolfini), kırmızı saçlı ateşli fahişeye (Tula)
meftun, bu uğurda koşa koşa sünnet bile olmuştur; peki sizce sadık, güvenilir,
aynı zamanda bir arkadaş, bir dost olan eski karısına mı dönmek isteyecek;
yoksa arzulu, tutkulu, şehvet dolu bu ilişkiyi mi tercih edecek? Cevabı sanırım
biliyoruz.
Şu hayatta ne yazık ki, “erkeklerin hayranlıkla baktığı,
beraber olana kadar yapamayacağı hiçbir şey olmadığı, elde ettikten sonra
kendilerince uyanıp güvenli limanlarına geri döndükleri kadın olmak" diye bir
gerçek var. Bu filmde o kadın, Tula (Kate Winslet). Filmi sadece Tula açısından
izleyip, başta gülmek, sonrasında ince ince ağlamak mümkün.
Bütün erkekler ‘Tula gibi kadın isterim’ palavraları sıkar,
ama gerçek Kitty’dir. Herkes tutkulu bir ilişki ister ve lanet olası belirsizliği
herkes sever. Bir şeyi elde ettikten sonra arzulamaya devam etmekse zaten,
arzunun temel prensibine aykırı. Uzun vadede herkes kendini güvenli kollara
teslim etmek ister.
Burada evlilik kurumu söz konusu olduğu için tarafımız tabii
ki belli.
Ve Kitty’nin tutumunu çok sevdim, çok hak verdim.
Tula: Geleceğimiz ne olacak?
Nick: Ölene kadar çalışmak zor iş.
Tula harika, Tula şahane!
Kate Winslet değil.
Kate Winslet fahişe rolünde bile kontrollü. Bana mı öyle
geliyor? Ablacım biraz bırak, dağınık kalsın.
Eveet, ALTI kez Oscar’a aday olmuş, bir kez de kazanmış bir
oyuncuya ayarımızı da verdik!!
Yok vazgeçmeyeceğim, gerçekten beğenmedim. Ya da belki o
kadar asil bir tipi var ki, ben fahişeye adapte edememişimdir, bu benim
hatamdır. Bilmiyorum. Sanki Titanik’ten sağ kurtulan Rose’u allayıp
pullamışlar, açmış saçmışlar.
Yalnız, Kate su altında bildiğin şarkı söylüyor.
Bu arada, kızıllar %20 daha fazla hissediyormuş beyler.
Nick üzerinden, erkeklerin doğasından, aldatma iç
güdülerinden bahsediliyor.
Çapkınlık Nick’in kanında var. Dedesi annesine bile asılmış.
Bir papaz bile yolda yürüken Kitty’e laf atıyor.
Hastaneden çıktığında bıyıklarını kesmiş bir Nick
gördüğümüzde, ondaki değişimi ve verdiği yeni kararları anlıyoruz.
“Annenize erkeklerin yosun, kadınların meşe ağacı olduklarını söyleyin”.
Verilen tepkiler, insanların davranışları, tavırları bana
bir çok şeyi hatırlattı. Bu yüzden filmi, karakterleri, davranışlarını ve geçen
tüm konuşmaları çok sıcak buldum.
Kızlardaki hafif karikatüre kaçma durumu dışında da oldukça
doğallar. Mükemmel değiller.
Karısını aldattığı ortaya çıkınca Nick’in inkar edişi (=Cem
Yılmaz’ın aldattığını inkar eden erkek taklidi), Kitty’nin ikinci kadını
pataklamak isteği, kiliseye gitmeye başlaması, sonunda yirmi beş yılın ardından
günah çıkaran Nick, Tula’nın sonlardaki bütün hali tavrı, Kitty onunla konuşsun
diye aslan kesilip kavgaya karışan Nick, psikolojik destek alan kızlarındaki
samimiyet, kendini Fryburg’e kaptırmış Baby, anne – kız ilişkileri, garip
komşular.. hepsi çok samimi.
Kafalarından geçenlerin, hayallerin sahne içinde
gerçekleşmesini de çok sevdim.
Çok fazla değinilen bir nokta, ilk aşk. İlk aşkın güzelliği,
ancak insanı aldatıcı, çabuk kararlar verdiren gerçeküstü havası sürekli
vurgulanıyor.
Kitty’nin mükemmel ilk aşkına dönebileceği endişesi sürekli
Nick’in kabuslarında.
Baby ise ilk aşkı Fryburg konusunda annesinin telkinlerinden etkileniyor.
Belki de Kitty savaşa giden ilk aşkını bir süre yalnız
kaldığı ve aklı Nick tarafından çelindiği için terk etmeseydi, böyle olmazdı.
Kitty de Nick de böyle olmayabileceğinin farkında.
Bir de uçak metaforu var. Yirmi yıldır eski eşini hala seven
ve bekleyen Fryburg’in annesi, Fryburg’e babasının geleceğini söylediğinde, bir
uçak geçtiğini görüyoruz. Kate Winslet kontrollü gelirken, yine uçak geçiyor.
Baby babasına evleneceğini söylerken, uçak görüyoruz. Filmin sonlarında yine
gün batımında bir uçak geçiyor.
Uçak, hayatlarındaki sıkışmışlığı ifade ediyor diye
düşünüyorum. O mahallede sıkışmışlıklarını. Evlenmelerini, evlenememelerini, yıllar
sonra hala seviyor olmalarını, tek düze yaşamlarını. Sıkıcı hayatları içindeki
basit heyecanlarını. Ne olursa olsun, orada kalışlarını.
Ve beni gülme krizine sokan sahne:
Kitty eve döndüğünde Baby ve Fryburg’un -ondan habersiz- nişanlarında bulur
kendini ve der ki: “You two must think I'm the cucumber in the
gardener's ass” (siz beni başçavuşun eşeği sanmış olmalısınız diye kibarca çeviriyorum :).
En güzel şeylerden biri: dans eden Christopher Walken.
“My my my Delilah, why why why Delilah?”
Gerçek sevgi, onu sadece o istedi diye korkutmaktır.
Filmlerin tehlikeli kovalamaca sahnelerinde dublörlük yapıp, geceleri hırsızlara araba sürerek hayatını kazanan, bir yandan yarışlara katılma planları yapan, coolluktan adını bile öğrenemediğimiz yalnız yaşayan bir adamın (Ryan Gosling), oğluyla yaşayan genç bir kadınla (Carey Mulligan) tanışmasıyla başlayan bir hikayesi var Drive’ın. Arkadaşlıklarının başlamasından kısa bir süre sonra, kadının hapisten çıkan kocasının belasına ‘cool adam’ da ortak oluyor.
Kısaca: Adamımızın hayatının dublörlük yaptığı film senaryolarına dönüşmesini izliyoruz. Gerçek dünyada gerçek bir kahramanın hikayesi.
Biraz daha uzunca: Adamımızın hayatının –tehlikeli de olsa- sürüp giden tekdüzeliğinde bu kadın ve çocuğun ona hayatta var olduğunu bile unuttuğu duyguların, masumiyetin, sadakatin, bağlılığın, ailenin, sorumluluğun, sevginin belki de hala var olduğunu fark edişini ve tüm bunlar için yaptığı fedakarlıkları izliyoruz.
Yukarıda anlattıklarım filmde yapılmak istenen şey olmuş .Kimilerine göre çok iyi yapılmış. Benim de içinde bulunduğum kimilerine göreyse, bir Elif Şafak romanı kadar yapay bir film. Farklılığı severim ama birşey farklı olsun diye extra gayret sarf edildiği belliyse anında soğurum doğal olarak.
Drive öncelikle, atmosferi değişik bir film. Bunun için özellikle çok çabalanmış. Cool oyuncular, planlar.. ağır kamera hareketleri. Ne tam sanat filmi olsun, ne tam gişe denmiş belli ki. Natüralizmden ödün vermemek için konuşmayan tepki vermeyen karakterler... 70’lerin otoyol filmlerini andıran bir havası var. Eski sesler, eski stil müzikler... Yönetmen Nicolas Winding Refn, bu filmiyle Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazanmış. Filmin Altın palmiye adaylığı da bulunuyor. Bir yönetmen filmi. Yönetmenin gövde gösterisi gibi. Ancak sanki bir film çekmemiş, çekmeye çalışmış. Filmde alenen deneysel bir yapaylık var. Yönetmenin ardındansa müzik geliyor. Öyle ki sanki senaryoda yansıtılamamış birşeylerin boşluğunu şarkılar dolduruyor. Şarkılar gerçekten çok iyi. Mesela;
Doğrusu film zamanı ilerletiyor. Açılış sekansı, ışıklı havalı Los Angeles gecesinde etkileyici sürüş bizi havaya sokuyor ama temponun düşüşüyle ve yapaylığın artışıyla bu havadan koparılıyoruz. ‘Şiddetin sakin bir bünyede gizlenmesi’, ‘vahşet de içimizde, merhamet de’ türü bir tema 2012 yılında hiç de zorlamayla “vay be!” dedirtebilecek bir durum değil. ‘Onu seviyorum ama gerekeni yapıyorum’sa hiç değil. Ama yönetmen ve senarist bizden bunu bekliyor gibi. Belki bizim düşünmemiz çözmemiz gereken alt metin üstte bağırıyor. Herşey tamam; aslında en önemli unsur olan sürücünün kadına neden bu kadar aşık olduğunu göremiyoruz. Nedir yani. Bunun izleyiciye bırakılması niyetinden değil, anlatıcının yeteneksizliğinden ileri geldiğini düşünüyorum. Konusunu benzettiğimden değil ama yapılmak isteneni çağrıştırdığından: bir Taxi Driver bir daha kolay kolay gelmez.
Ryan Gosling iyi bir oyuncu ama bana göre şu son dönemde abartıldığı kadar değil. Kayıtsız kalamadığım bir zibidi karizması var herifte, fazlasıyla. An Education’dan beridir sevemediğim Carey Mulligan’a da kanım kaynamadı gitti. Karakter de sevdirmiyor hani. Masum görünümlü Chucky sanki. Annesi, “göster ama elletme” diye tembih etmiş galiba zilliye.
Son olarak Drive, bittiğinde bitmeyen bir film. En azından öyle olması istenmiş. Sonunda bir klişe bekleyen zaten yoktu. Tüm bunların yapışına başlıca bir “neden” sorusu ve bir çok soru işaretiyse düşünülmeyi bekliyor.
Haksızlık mı ediyorum, zamanla benim için anlamlanır mı diye düşündüm bunları yazarken. Anlaşılacağı gibi memnuniyetsizliğim anlatılmak istenenden değil, bu gerçeküstü kalmış yapaylıktan ötürü. Beğenmedim değil, kesmedi diyeyim.
Önerir miyim? Hayır, ama siz yine de izleyin. Bir de şunu dinleyin:
Güzellik Çağı, 19. yy sonları, 20. yy başları savaş öncesi
yıllarında, Avrupa’da güzelliğin, kadın güzelliğinin, kadın figürlerinin öne
çıkarıldığı; modernizmin, özgürlükçülüğün, sanatın, deneyselciliğin doruk
yaptığı, saadet devriymiş, bir nevi bizdeki Lale Devri.
Film, askeri birliğinden firar eden pasifist bir askerin,
bir takım olayların sürükleyişiyle yaşlı bir adamla dost olup ve onun
çiftliğine misafir olmasıyla başlıyor. Bir süre kaldıktan sonra, yaşlı adamın
birbirinden afet kızlarının da eve gelişiyle evden ayrılamaz hale geliyor.
Ailenin, Fernando’nun, evde yaşananların anlatıldığı
filminin arkaplanında, Avrupa’nın o dönemi hakkında fikir sahibi oluyoruz.
İspanya’da monarşinin bitmesini, ruhban sınıfının artık çökmesini isteyen,
cumhuriyeti bekleyen bir halk var. Siyasetin, antimilitarizmin yanında
Hristiyanlık, eşcinsellik, anne-oğul, baba-kız ilişkileri ve hatta
gelin-kaynana ilişkisi, yalnızlık, evlilik, aşk, cinsellik konularında da fikir beyan
ederek neredeyse değinmedik konu bırakmıyor ve böylece Oscar kapısını açıyor
Belle Epoque.
Belle Epoque, bana göre en çok, hiçbir konuda ayrım
gözetmeyen bir cinsel özgürlük filmi. Cinselliğe çok özgün bir yaklaşımı var.
Kadın erkek, homoseksüel heteroseksüel, genç yaşlı, bu konuda herkes aynı
şekilde yer buluyor. Babayı biraz üzdüğü belli olan eşcinsel kızına annenin yaklaşımına
bayıldım örneğin.
Baba, kızlarının cinselliği konusuna yemek yemelerinden
bahseder gibi bahsediyor. Öyle ki, opera sanatçısı karısı turneden menajer aşığıya
döndüğünde sevincinden havaya uçuyor, hatta sonrasında adamla sen mi
boynuzlanıyorsun ben mi geyiği bile yapıyorlar.
Ve tabii evlilik kurumunda da ciddiyetle yaklaşılmıyor. Anneleri trene yetişsin diye bir öpücükle evlenmiş sayılabilecek kadar önemsiz onlar için.
İspanyol kadınlarının rahatça açığa vurdukları tutkularını
başta eğlenceli bulduysam da, ilerledikçe bu devamlı uçkur derdindeki
hallerinden sıkılmaya başlıyorum. Alışılmışın aksine öyle aşk aptalı kızlar yok
bu filmde, tersine, erkekler daha çok aşk arıyor, kızlar uçkur derdinde
diyebiliriz. Ben bu kadar uçkur derdinde kızı aynı evde bir arada görmedim
arkadaş (desem yalan olur ehuehue).
Fernando yakışıklı, yemek yapamayan bu tiplere şahane
yemekler yapan, kibar, anlayışlı, yardımsever, ideal erkek tiplemesi. Güven
suistimal etmiyor. Bu halinden ötürü resmen evin
damızlık erkeği muamelesi görüyor. Sırayla eşcinsel olan dahil bütün kızların
elinden geçiyor. Böylece damızlık Fernando, eve iyice yerleşiyor. Ve hepsine
aşık oluyor, evlenmeyi düşünüyor.
Uykusunda bile “Violetta’yı seviyorum, Rocio’yla evlenmek
istiyorum, Clara…” diye sayıklıyor çocukcağız. Evlenmek için bu kadar can atan erkek zaten anca güzellik çağında olur. Bir daha da görülmemiştir böylesi.
Kızlarsa oralı değiller. Evlenelim diye can atan tipik
kızlardan değiller. Yalnızca en küçükleri Luz (Penelope Cruz) bu nimetten
faydalanamıyor ve Fernando’ya aşık oluyor, onu fark etmediği için bozuluyor.
Bir an için Küçük Kadınlar’a benzetecek oldum ama, onlar ne
kadar masumsa bunlar o kadar oyunbazlar. Filmin bir hoşlanmadığım yanı da bu.
Kadınların sadece oyunbaz, düzenbaz, planlar yapan, şehvet düşkünü olarak
gösterildikleri filmlerden yalnızca biri. Böyle grileri içermeyen, kadın ya çok
erdemlidir ya da böyledir şeklinde keskin şekilde ayrılan hiçbir fikirden,
üründen hoşlanmıyorum.
İçlerinden tek ayrılan, Luz. Onlar gibi olmak istemiyor. O
farklı. Onun için duygular önemli.
Söz Penelope’ye gelmişken, onun filmdeki halini gördükten
sonra, evrime tamamen inanır oldum. İki parmak kaşlarıya, örgü saçlarıyla
çirkinleştirilmek istense de bu kadar değişim bence fazla. Sanırım insanlar güzelleşmemeli demek üzereyim. Şaka şaka, lokum gibi Javier'i kapsan da hastanız Penny :(
Son olarak, film ne yazık ki, bir pembe dizinin uzun ve
güzel bir bölümü gibi. Özellikle başlarda, sanki yönetmen “-motor!” demiş ve
onlar ifadeyi hemen takınmaya çalışmışlar gibi aşırı yapay bir havası var.
Yapay mimikler, jestler, yutkunmalar, nefes almalar, gereksiz kaş göz
hareketleri batıyor. Konu ilerledikçe en azından kendimizi hikayenin akışına
bırakabiliyoruz.
Açıkçası En iyi yabancı film Oscar’ını almış olduğu için
incelemeden geçmeyeyim dedim Belle Epoque’u. Önerir miyim? Pembe dizi
severlere, evet.
Başkasını gören gözlerde kendini bulmak mümkün müdür?
Mutluluğu kaybedeli çok olmuşsa umutlanmak yersiz midir?
O ağzını yediğim karizmatik Joaquin Phoenix ve tipik bir çok güzel oluşu dışında genelde oyunculuğundan hazzetmediğim Gwyneth Paltrow, sıradan romantik komedilerin kesmediği bizlere iyi bir aşk filmi sunmuşlar da haberimiz yokmuş. Güvendiğim bir arkadaşımın önerisi olmasaydı izler miydim bilmem. Çok boş bir anımda, canım çok sıkkın olsaydı belki. Ender olarak iyisine rastladığımızda fazla iyi bile olabilseler de, bu tip aşk filmlerine güvenimi yitireli çok oldu.. desem de dayanamam, izlerim, şaşırmayı beklerim. Şaşırdıkça da yazarım. Ancak Two Lovers için aşk filmi tanımlaması hem yanlış olur, hem de haksızlık.
Kısaca konusu: Leonard, nişanlısı tarafından terk edilmesiyle hayatı altüst olmuş, defalarca kez intihara kalkışmış, bipolar (bu biraz klişe olmaya başladıysa da) ailesiyle yaşayan bir adamdır. Güzel komşu Michelle’in gelişiyle içinde aşk ve tutku filizlenmeye başlar. Öte yandan, iş ilişkilerinin bulunduğu aile dostlarının hoş kızı Sandra da hikayeye dahil olur. Biz de yaklaşık iki saat boyunca ara bile vermek istemeksizin Leonard’ın hikayesine kendimizi kaptırırız.
Leonard’ın kişiliği üzerinde çalışıldığı çok belli olan, izledikçe onu sevdiren detaylar vardı; evde pek konuşmazken arkadaşlarının yanında bir eğlence canavarı haline gelmesi, genel sünepeliğini birden atıp, ani kararlar vermesi, çekingen olmasını beklerken ortaya fırlayıp dans etmekten kaçınmaması gibi. Hayatının ve odasının darmadağın haline bakmadan güzel kızı elde etme isteği, kendine çeki düzen veremese de hayatında düzen beklentisi gibi, fotoğraf çekmekteki arzusu gibi.
Eğlence canavarı Leonard için;
Aslında, Leonard’ın tek isteği mutlu olmak. Mutluluğu, insanları üzmekten çekinmeden, gözü kara bir arayışı var. Film bize diyor ki, mutluluk bizim aradığımız yerde değil, bizi bekleyen bir yerde. Orasının neresi olduğunu bulmak gerekiyor. Bunun için de farkında olmak, görmek, değer bilmek gerekiyor.
Hikaye şimdiye kadar anlattığım şekliylenormalin ötesinde görünmüyorsa da filmin hoş havası, New York atmosferi, görüntü kalitesi ve en önemlisi kişilerle bütünleşmiş oyunculukları çok iyi. Öyle ki, Leonard’mışçasına hissettiğim anlar oldu, sonunda ne yapacağımı merakla bekliyordum :) Bir Amerikan ailesini filmlerde görmeye alışık olduğum şekilde birbirlerinden bihaber ve umarsız değil de, birbirlerini düşünen, değer veren bir anne-baba figürü olarak görmeyi sevdim. Leonard’ın tutunma çabasını ve ailesinin onun artık mutlu olmasını bekleyişini sevdim. Selvi Boylum Al Yazmalım’sı finalini sevdim.
Hepimizin çılgın “…… olsa ne olurdu” fikirleri vardır.
Aklımızdan makul bir insanın yapmayacağı, inanılmaz düşünceler geçmiştir.
Okulda törende, ortaya fırlayıp bağırmak, bağıra bağıra küfürler etmek gibi. Uluorta
soyunmak, dans etmek gibi. Bayram ziyaretinde ahiret soruları soran teyzeyi yerinden
kalkıp tokat manyağı yapmak gibi... arttıranın hayal gücüne kalmış :) Tabii burada çok
hafif örneklerden bahsettim (aile blogumuz üst bilinçtedir). Bilinçaltının
dehlizlerinde neyle karşı karşıya olduğunu kişinin kendisinin bilmesi bile ne
yazık ki pek mümkün değildir. İşte David Lynch filmlerinde bunlara yer verir.
Stil olarak onu David Lynch yapan temel özellik, genelde filmlerinin
gerçekten sapıp, mantığa uymayan noktalara girmesi, açıklaması üzerinde
düşünüldükçe mümkün, zamanla giderek anlaşılır hale gelmesi ve hatta tekrar
izlendiğinde yakalanacak detaylarla dolu olması. En derin arzuları tutkuları,
en mahrem sırları yansıtması. Hayatın aslında nasıl olması gerektiği, nasıl
olabileceği, nasıl olmasını istediğimiz gibi konularla ilgilenen filmler
olması.
Blue Velvet, genç bir delikanlının dolaşırken bir kulak
bulması ve tabii ki araştırmadan edememesi (Cem Yılmaz’ın dediği gibi kampın en
alengirli yerlerine girmesi) ve sonrasında başına gelen olayları anlatan
bir film diyelim, ama bu da çok yüzeysel kaldı film için.
Ben bir David Lynch filmi için sahne sahne “şurada adam şunu demek istedi”, “bu bunu yansıtıyordu” olayına girmek istemiyorum çünkü hem konular kısaca bahsedilecek basitlikte değil, hem de sayfamın asıl amacı, etkileyici sahne ve müzikleri sizlerle paylaşmak.
Şunu söylemeliyim ki, Blue Velvet ne yazık ki bir Mulholland Drive, bir Lost Highway tadı veremiyor. Ancak oldukça başarılı müziklere sahip.
Filmimiz, Amerikan rüyasına ait görüntülerle başlıyor. Bobby Vinton'un 60'lı yılların popüler olmuş, filme de adını vermiş güzel şarkısı Blue Velvet eşliğinde başlayan filme ait ilk sahnemiz abartılı ölçüde mutlu ve mükemmel bir Amerikan banliyösü görüntüleriyle başlıyor, tam David Lynch'lik şekilde sona eriyor.
Bu kez de filmdeki anne yansımamız, güzeller güzeli (Dorothy) Isabella Rossellini'den Blue Velvet:
İzleyen birçok kişinin aklında Dorothy eminim "Hit me!" deyişiyle kalmıştır.
Ve kahramanımızın çocukluğunu bize bağıran "In Dreams" (Candy Colored Clown), Roy Orbison tarafından seslendirilmiş. Dean Stockwell'in canlandırdığı karaktere de (Ben) ayrıca bayıldım.
Ama bana göre filmin en harika tipi Frank. Küfür bir insanın ağzına daha önce hiç bu kadar yakışmamış olabilir. Söylediği bazı şeyleri inanılmaz yaratıcı buldum ve karakter yapı olarak komik olmaktan uzak olsa da abartılmış halinden ötürü eğlenceliydi.
Defalarca kez söyledikleri gibi, "It's a strange world, isn't it"?
Dedikleri gibi, bir sinema ve senaryo dersi, The Apartment.
Nasıl tatlı bir film.. Nasıl abartmadan komik, nasıl
çaktırmadan zeki..
Konusu kısaca şöyle diyelim: Dairesinde yalnız yaşayan bekar
bir adam, C.C. Baxter, çalıştığı şirkette daha üst kademedeki kişilerin terfi ettirme
vaatlerine karşılık dairesini çapkınlıkları için belli saatlerde onlara vermeye
razı olur, zamanla işler karışır.
Jack Lemmon’ı, daha doğrusu C.C. Baxter’ı o kadar çok sevdim
ki.. Uzun süredir bir karakteri bu kadar çok sevmemiştim. Ekrana girip sarılmak
isteyişimden bahsediyorum J
Tenis raketiyle makarna süzen bir adamdan söz ediyorum
burada. Yalnız buradan bir genel Jack Black karakteri aptallığı düşünülmesin.
Sadece pratik, bekar bir adam. J
Film boyunca güldüm, sırıttım, kıkırdadım, kahkaha bile
attım.. Daha ne olsun? J
Shirley MacLaine’in karakterinin mızmızlığı zaman zaman
sıkıcı olduysa da biz kızlar aşık olduğumuzda böyle olabiliyoruz, hele de
umutsuzsak ve kandırıldığımızın farkındaysak.
"C: -Kaç Erkeğe aşık oldunuz?
F: - Üç." :))
Unutulamayacak repliklerle dolu. Hatta bana tanıdık gelen
cümleler oldu, 1960’tan günümüze gelmiş.
“F: -Sorun nedir?
C: -Ayna kırılmış.
F: -Evet biliyorum.
Böylesi hoşuma gidiyor. Bana kendimi hissettiğim gibi gösteriyor”.
-“Evli bir adamla berabersen, rimel sürmeyeceksin”.
Sonu bize istediğimizi veriyor. Ancak gerçek hayatta pek
böyle şeyler olmadığından, film benim gözümde gerçekçiliğini yitiriyor.
Maalesef bu da romantik komedi olmanın şartı.