imdb top 250 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
imdb top 250 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2013 Perşembe

DJANGO UNCHAINED (2012)

ZİNCİRSİZ

"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz".

Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.  


Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.


İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...



Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir roman okumuş gibiydim.

Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.

Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.

  
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak, oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.

Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş. Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor. Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.



Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak fikrinden etkilendim.



Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın). Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.



Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim kabul etmiyorum.

Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem” dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu sahneler, cümleler katmış yoluna.


Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek gösteriliyor.

Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde.

Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış. 

Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen, önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film, ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi, acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler yok. Zorlama duygu dayatması yok.

Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.

Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla, iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.



Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış mısırını ye ve devam et bebeğim.

Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.

Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine dönüşüyor.
Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.


İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":




Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom": 




Lohn Legend'dan "Who Did That To You":




Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti. Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.

Bu da credits sonunda çoğumuzun kaçırdığı sahne:


Bense goodbye değil, auf wiedersehen diyorum.
Elveda değil, görüşene dek.

NeFilm Puanı: 8.5/10
Django Unchained (2012) on IMDb

15 Ocak 2013 Salı

GROUNDHOG DAY (1993)


BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ


Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.


Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve  dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.


Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8 ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği, pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.


Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor, olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.  

                                     

1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.

Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın 2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum neredeyse. Sağ olsun Hollywood.


Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.



Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü, dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil. 

                                                                       Şekil 1.a: Punxsutawney

                                                                       Şekil 1.b: Hill Valley                                                     

Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.

NeFilm Puanı: 6.5/10

27 Aralık 2012 Perşembe

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

HOBBİT: BEKLENMEDİK YOLCULUK


11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim!

Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır. Nokta.                   

                          


Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.

Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.  

17 Nisan 2012 Salı

THE APARTMENT (1960)

GARSONİYER


Dedikleri gibi, bir sinema ve senaryo dersi, The Apartment.
Nasıl tatlı bir film.. Nasıl abartmadan komik, nasıl çaktırmadan zeki..


Konusu kısaca şöyle diyelim: Dairesinde yalnız yaşayan bekar bir adam, C.C. Baxter, çalıştığı şirkette daha üst kademedeki kişilerin terfi ettirme vaatlerine karşılık dairesini çapkınlıkları için belli saatlerde onlara vermeye razı olur, zamanla işler karışır.

Jack Lemmon’ı, daha doğrusu C.C. Baxter’ı o kadar çok sevdim ki.. Uzun süredir bir karakteri bu kadar çok sevmemiştim. Ekrana girip sarılmak isteyişimden bahsediyorum J
Tenis raketiyle makarna süzen bir adamdan söz ediyorum burada. Yalnız buradan bir genel Jack Black karakteri aptallığı düşünülmesin. Sadece pratik, bekar bir adam. J


Film boyunca güldüm, sırıttım, kıkırdadım, kahkaha bile attım.. Daha ne olsun? J
Shirley MacLaine’in karakterinin mızmızlığı zaman zaman sıkıcı olduysa da biz kızlar aşık olduğumuzda böyle olabiliyoruz, hele de umutsuzsak ve kandırıldığımızın farkındaysak.


"C: -Kaç Erkeğe aşık oldunuz?
 F: - Üç." :))


Unutulamayacak repliklerle dolu. Hatta bana tanıdık gelen cümleler oldu, 1960’tan günümüze gelmiş.

“F: -Sorun nedir?
 C: -Ayna kırılmış.
 F: -Evet biliyorum. Böylesi hoşuma gidiyor. Bana kendimi hissettiğim gibi gösteriyor”.


 -“Evli bir adamla berabersen, rimel sürmeyeceksin”.



Sonu bize istediğimizi veriyor. Ancak gerçek hayatta pek böyle şeyler olmadığından, film benim gözümde gerçekçiliğini yitiriyor. Maalesef bu da romantik komedi olmanın şartı.

Yine de çok sevdim. Keyifle öneririm.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...