13 Nisan 2012 Cuma

THE REMAINS OF THE DAY (1993)


GÜNDEN KALANLAR


En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu dahil sekiz dalda Oscar'a aday olmuş, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere'sinde geçen çok naif bir aşk hikayesi The Remains Of The Day.
James Ivory, bizlere İngiliz kültürü hakkında çok detay içeren, kaliteli görüntülere sahip bir film sunmuş. Bu tip klasik havalı filmler izlemeyi özlemiştim. (O nasıl oluyor denirse, hafif karanlık, dekor ve görüntü genelde kahverengi tonlarında, diyaloglar biraz ağır ve fazla kibar şeklinde kendimce saçmasapan şekilde özetleyebilirim).


Bu bir aşk filmi değil. Ama aşk filminin bana göre hası. Değil ama öyle.
Yüzeysel bakarsak bir lordun malikanesindeki hizmetlilerin hayatından bir kesit sunan bir film. Biraz daha bakarsak İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiliz feodal yaşam tarzını hizmetliler vasıtasıyla anlatan bir film. Ama tüm bunlar aşk hikayemizin gölgesinde kalıyor. Aşk aşk dediğime bakmayın. Bu bir aşk filmi değil. Ve bu kesinlikle bir aşk filmi.

Ben filmin hiçbir şey söylemeden çok fazla şey anlatabilenini severim.
Aşk varsa, anlamak için ne gerek var ay ışığına, ne gerek var sağanak yağmur altında bağıra çağıra söylemeye ne gerek var kavga ederken aniden sarılmaya.
Filmler genelde hayattan o kadar kopuk ki, iyisini de kötüsünü de anlatsa o kadar şölen ki; kaptırdığın film bittiğinde geriye kalan soru şu: benimkinin neresi hayat?
Bilirsin ki Yüzüklerin Efendisi fantastik, Geleceğe Dönüş bilimkurgu. Gerçek hayatta geçen filmlerin yapaylığı şüphesiz çoğu izleyicinin “benim hayatım gibi olsa neden izleyeyim ki” düşüncesinden ötürü. Ama bu kadar tesadüf, bu kadar aşk beşgeni, film boyunca karman çorman olmuş herşeyin son dakikada düzelmesi tarzı numaralar, sarmıyor. Bu filmde bu saçmalıklara yer yok.

Ben oyunculukların bakışla herşeyi anlatabilenini severim.
Ki bu filmde harikalar yaratmış Anthony Hopkins ve Emma Thompson bunun kitabını yazabilecek durumdalar.








Mr. Stevens neden bu kadar kapalı kutu sorusunun cevabı, açık seçik şekilde babasında. Hasta yatağında bile işi düşünen, evladıyla sağlıklı bir iletişim kurmamış bir baba. Ölmek üzereyken hasta yatağında söyledikleri bile şu şekilde: “Annene olan aşkımı kaybettim. Bir zamanlar aşıktım. Onun devam ettiğini görünce içimdeki aşk söndü. İyi bir evlatsın. Seninle gurur duyuyorum. Umarım iyi bir baba olmuşumdur. Elimden geleni yaptım. (Burada Stevens belki de dayanamayıp, parmak ucuyla babasının eline dokunuyor). Aşağı insen iyi olur. (Yemeği kastediyor). Yoksa ne yapacaklarını tanrı bilir” diyor. Ve Stevens odadan çıkıyor. İlişkileri bu şekilde.
Bu terbiyeyi alarak yetişmiş Stevens’ın değil aşkını ifade etmesini, Sally’nin yüzüne bakmasını beklemek bile hata. Ancak son sahneye kadar bekliyorsunuz. 
Ms. Kenton’ın Stevens’a bakışlarında ise sessiz çığlık denen şey neymiş onu görüyorsunuz.



Son sahne stil olarak Selvi Boylum Al Yazmalım’ı hatırlattı gibi. Ah ah.





Söylenmemiş aşkların güzelliğine lanet olsun.

Şöyle de minik bir opera sahnemiz var, ben sevdim ve 'hanfendiyi' çok zarif buldum.. Ancak Hugh Grant'i daha önce hiç bu kadar şapşal gördüğümü hatırlamıyorum.






Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...