“Her şey göz
açıp kapayana kadar değişti. Önce rahattık… ve birden her şey boka sardı.”
Fransız-Alman-Türk
ortak yapımı Mustang, Fransada yaşayan Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in ilk
uzun metrajlı filmi. Türkiye’nin Sivas’ı aday göstermesiyle film, 12 adet en iyi yabancı film Oscar’ına
sahip Fransa’nın en iyi yabancı film Oscar aday adayı oldu. 2016 Altın Küre ödüllerinde
yine Fransa adına en iyi yabancı film dalında aday olarak bizleri de oldukça
heyecanlandırdı.
Mustang, anne
ve babalarının ölümünün ardından babaanne ve amcalarıyla yaşayan beş kız kardeşin
toplum ve aile baskısıyla çevrili yaşamını anlatıyor. Erkeklerle münasebetleri
olmasın diye okuldan alınan, eve hapsedilen, erkenden evlendirilen genç kızların
bu erkek egemen toplumda kendilerini var edebilmekte karşılaştıkları zorlukları
ve mücadelelerini vurucu bir üslupla yansıtıyor.
Filmler daha
gösterime girmeden internete sızdırıldığı için küçük çapta sevinç patlamaları
yaşadığımız; ardı ardına Spielberg,
Inarritu, Tarantino filmleri izlediğimiz; ödül sezonunun yavaş yavaş
hareketlendiği güzel günler yaşıyoruz.
Yok senaryosu
sızdı, yok çekimler iptal edildi derken sonunda izleyicisiyle buluşan; sinemaseverlerin
aylardır merakla beklediği The Hateful Eight, adından da anlaşılacağı gibi
Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi.
Kısaca konusu: Soğuğun biz
izleyenlerin bile içine işlediği bir günde kafatası avcısı John Ruth, başına on
bin dolar ödül konmuş Daisy Domergue’yu Red Rock’a idama götürmek üzere yola
koyulmuştur. Kar fırtınasında yolda kalan bir diğer ödül avcısı Binbaşı Maquis
Warren ve müstakbel Şerif Mannix de onlara katılır ve kendilerini bir konaklama
yerine atarlar. Burada onları dört gizemli adam karşılayacak, esas hikaye
burada başlayacaktır…
Evet
Çiçek Abbas. Konumuz ciddi ciddi Çiçek Abbas.
Abbas,
minibüs şoförü Şakir’e muavinlik yapmaktadır. Şakir, Nazlı’yı bir yıldır evlenme
vaadiyle oyalamaktadır. Nazlı, babasının isteğiyle minibüsü olduğu için Şakir’le
sözlenmiştir. Fakat Şakir’in gözü dışarıdadır. İki yüzlü Abbas’ın gözüyse Nazlı’dadır.
Nazlı’yı elde edebilmek için fırsatları değerlendirir ve Şakir’i karşısına alır…
Bu kadar
karikatürize ve yüzeysel karakterleri derinlemesine analiz etmeye kalkmak tabii
ki komik olur. Olsun varsın, ah çekinme! Bırakın iki dalgamızı geçelim.
Televizyonu
genel olarak geceleri reklam arası Türk filmi koyan ucubik kanallardaki yeşilçam
filmlerini izlemek için kullanıyorum. Birkaç filmle beraber Çiçek Abbas, bu kanallarda
batmayan güneş gibi. Daha iyi bir şey yoksa çaresiz izlemeye başlıyorum. Ve Abbas
Şakir’i taklit eder vaziyette kırmızı deri ceketiyle, o salak botlarıyla
belirdiği andan itibaren sinirden zap yapamayacak hale geliyorum. Hele filmin her şeyi arak Abbas'ın arkasında duruşu, ona kazandırışı yok mu... Tabii ki acıyıp sinsi Abbas'la empati kuracak değilim, Allah muhafaza. Abartma, salla demeyin. Bırakın başka
dert yokmuş gibi iki nefret kusalım.
Mahmut, boşanmış, yalnız yaşayan, İstanbul’da tutunmaya
çabalayan bir fotoğraf sanatçısıdır. Yusuf, iş bulabilmek umuduyla fotoğraf
sanatçısı kuzeni Mahmut’un yanına İstanbul’a gelir... Bozulan düzenleri,
birbirleriyle giderek kopuklaşan ilişkileri, tutunmaya çalıştıkları hayatları
ve sona ermeyen yalnızlıkları izlediğimiz, usta oyunculuklarla dolu bir film
Uzak.
Ve bu filme en yakışabilecek isme sahip. Her şeyden
uzaklar; kendilerinden, hayallerinden, insanlardan, sevdiklerinden,
memleketlerinden...
Uzak, yalnızlığın ve kendinden uzaklaştıkça kimseye yaklaşamayan
karakterlerin hikayesi.
“Ben mayıs aylarını hiç sevmem. Hep içime sıkıntı çöker,
hep bir terslik olur nedense”.
Kısaca konusu: Muzaffer belgesel çekmek üzere ailesinin
yanına, Yenice’ye gelir. Maddi imkansızlıklardan ötürü filmde annesini ve
babasını oynatmaya karar verir. Saffet de üniversiteyi kazanamayınca çalışmaya
başladığı fabrikadan ayrılır, ona İstanbul hayallerinde yardımcı olmasını
bekleyerek Muzaffer’e yardımcı olmaya başlar. Babası, topraklarının devlet
tarafından istimlak edileceği endişesindedir. Küçük Ali ise halası babasına
müzikli saat almasını söylesin diye bir yumurtayı kırk gün cebinde taşımaya
çalışmaktadır...
Ülkemizin gurur kaynağı, medar-ı iftiharı yönetmen Nuri Bilge Ceylan, 1959
yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğu Çanakkale’nin Yenice ilçesinde geçmiş.
Ardından ailecek yeniden İstanbul’a gelmişler. 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
Kimya Mühendisliği okumaya başlamış fakat, siyasi olaylardan ötürü iki yıl
sonra bırakmak zorunda kalmış. ’78 yılında bu kez Boğaziçi
Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne başlamış. Burada fotoğraf ve
sinema klüplerinde görev almış, bir yandan da seçmeli sinema derslerine girmiş. 6
yıl sonunda mezun olmuş ve sonrasında yurtdışına çıkmış, hayatta ne yapacağı
konusunda kararsızlıklar yaşarken dönmüş ve askere gitmiş. Bir buçuk yıl süren
askerlik sırasında sinema yapmak istediğine karar vermiş. Askerlik sonrasında
Mimar Sinan’da sinema okumaya başlamış ve fakat yaşı 30’a dayanmış yaşlı bir
öğrenci olduğundan iki yıl sonrasında hayata atılmak üzere okuldan ayrılmış. Fotoğrafçılıkla
hayatını sürdürmüş bir yandan ve ilk kısa metrajlı filmi Koza’yı bitirdiğinde
yaşı 35 – 36 civarında.
Kendisi hakkında pek çok yerde rastlayabileceğimiz bu
bilgileri ben neden mi yazdım? Şunun için yazdım... Benim buradan anladığım ve
ifade etmek istediğim şudur: Yetenek, sanatçı ruh içten gelir. Fakat yine de
yönetmen doğulmuyor, yönetmen olunuyor (Elektrik mühendisi de olunabilirdi).
Sanatçı ruhun öne çıkmasına önce bir karar vermek, sonra izin vermek gerekiyor.
Birçok geleceği konusunda kararsız, sınırlarına hapsolmuş ve
çaresiz olduğunu düşünen kişi için bunların fazlasıyla anlam ifade edeceğini biliyorum.
Düşünmek, kendini dinlemek, kendine izin vermek, kararlı olmak gerekiyor. Bizi
biz yapan, seçimlerimiz.
Su doğru kanalda akacaktır sevgili içindeki sese kulak
vermeye mail blog okuru.
61. Cannes Film Festivali’nde aldığı en iyi yönetmen ödülü
sonrasında Üç Maymun’u izleyerek tanışmıştım ben Nuri Bilge Ceylan’la.
Geçende “neyin var” sorusuna “bilmem, mayıs sıkıntısı
herhalde” diye gayriihtiyari cevap verdiğimde ne espri yapmak niyetindeydim ne
de cümle arasına iki entel dantel kelime sıkıştırmak istemiştim. Öylece
söylediğim deyimin literatürüme yerleştiğini fark ettiğimde önce hala Mayıs
Sıkıntısı’nı izlememiş olduğumu, ardından da daha sadece bir Nuri Bilge filmi
izlemiş olduğumu kederle fark ettim. Yapmayı planladığım -ve elbette ki
ertelediğim- başka film serileri ve yazıları bırakıp tam zamanıyken izlemeye
karar verdim ve sizlerle de paylaşarak Nuri Bilge Ceylan’ı birlikte iyice
tanıyalım istedim.
Mayıs Sıkıntısı’nın “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen,
NBC’ın yarı otobiyografik öğeler taşıyan filmlerinin ikincisi olduğunu böylece
öğrendim. Bu nedenle önce Kasaba’yla başlıyoruz.
"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz". Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.
Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler
dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.
İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek
muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph
Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür
bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp
köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda
ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...
Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye
doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir
roman okumuş gibiydim.
Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak
istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino
filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.
Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben
de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan
çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak
karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak,
oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı
hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.
Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun
canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi
söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş.
Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi
olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor.
Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık
yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son
filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle
kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.
Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok
karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip
olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu
anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en
az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak
fikrinden etkilendim.
Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın).
Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de
patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.
Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı
lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış
senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili
filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim
kabul etmiyorum.
Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem”
dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce
ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme
yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu
sahneler, cümleler katmış yoluna.
Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar
bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek
gösteriliyor.
Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri
noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul
ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş
karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde. Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış.
Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen,
önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film,
ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi,
acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi
çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler
yok. Zorlama duygu dayatması yok.
Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana
öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum
ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.
Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine
tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla,
iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.
Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir
olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak
sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış
mısırını ye ve devam et bebeğim. Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.
Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara
yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine
dönüşüyor. Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.
İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":
Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom":
Lohn Legend'dan "Who Did That To You":
Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin
azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti.
Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı
mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan
filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.
Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden
kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi
çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.
Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl
görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla
köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e
gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita
onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını
öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.
Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir
aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her
gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı
güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü
yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz
aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da
saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8
ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği,
pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.
Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan
Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne
şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu
tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl
konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor,
olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de
bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı
sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu
sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.
1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali
var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.
Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın
2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini
daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi
gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına
geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum
neredeyse. Sağ olsun Hollywood.
Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.
Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada
bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo
mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli
ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş
dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk
değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü,
dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı
oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil.
Şekil 1.a: Punxsutawney
Şekil 1.b: Hill Valley
Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.
11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim! Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır.Nokta.
Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.
Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya
gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst
edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin
Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola
çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit
olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli
mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.
“Gelecekte eminim yine karşılaşacağız, ama arkadaş olacağız.”
David Nicholls'un bestseller romanından uyarlama One Day. O günlerde çok popüler olmuştu, ben de okumak istemiştim ama fırsat olmadı. Ben de artık filmini izleyeyim dedim, tam da aşk filmi havamdayken.
Emma ve Dexter, mezuniyet sonrası, üzerlerinde cüppelerle,
sabaha karşı tanışırlar ve eve geçerler. Emma bu durumları yüzüne gözüne bulaştıran
bir tip olduğundan, yürümez ancak arkadaş kalmaya karar verirler.
Birbirlerinden hep haberdar olmak suretiyle, her yıl 15 temmuz günü buluşurlar.
Biz de, 1988’deki mezuniyetlerinden 2006’ya kadar her yılın 15 temmuz gününü izleriz.
Sanki karşımızda bir ilişki-zaman grafiği var. Bazen pik
veren, bazen apsiste bir grafik.
Emma potansiyelini açığa çıkaramayan biri. Buna rağmen hep
çabalıyor, köhne bir yerde garsonluk yapıyor, öğretmen oluyor, sonunda yazar olmayı başarıyor; hep çalışan,
emek veren biri.
Dexter’sa tam bir ağustos böceği. Zengin, havai, dışadönük,
zampara bir adam.
Aradan geçen yıllarda Dexter’ın hayatı düşüşe, Emma’nınki
yükselişe geçiyor.
Ve sonra..
Oğlumuz adam oldu, ama zaman diye birşey vardı.
Issız Adam’a ağlayanlar bunu izlerken de hıçkırıklarını
gözyaşlarını tutamayacaktır.
Her yılın aynı gününü izleyerek hayattaki değişime tanıklık
etme fikrini çok sevdim.
Zaman ilerleyişini, onlarla beraber modanın ve tarzlarının
da değişimi izlemek eğlenceli.
Filmin başarısızlığı, yıllar atladıkça bizim bunlar arasında
çok az bağlantı kurabilmemiz.
Filmin mottosunu yakaladıktan sonra senaryoya kendi
kafamızdan eklemeler yapmamız gerekiyor.
Emma’nın yaşadıkları, hissettikleri çok yetersiz kalıyor.
Bu yüzden hikayeyi sevdim ve keşke kitabını okusaydım dedim.
Çok güzel görüntüler var ve yine de hoş bir aşk hikayesi; bu yüzden yazmak istedim.
Anne Hathaway zaten iyi bir oyuncu, ben de seviyorum artık
kendisini.
Jim Sturgess’i ise ilk kez izledim. Abartmıyorum, bakkalın
çırağı kadar bir karizması var. Kimse kusura bakmasın. Hiç beğenmedim hiç. Olmamış. Nasıl yakışmıyorlar
birbirlerine, nasssıl. İzledikçe Ryan Gosling’in değerini anladım. O karakter
ayağa kalkardı. (Canım Ryan, herşeyin olduğu gibi senin de değerini zamanında
bilemedim. Seni seviyorum. Bana ulaş). Jake Gyllenhaal da iyi giderdi.
Aşk filmi severlere, kafa boşaltmak isteyenlere, sevgilerle.
Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi.
Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.
Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye
iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii
izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına
girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.
Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward
Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar.
Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman
(98’liler!!).
Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden
bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek
bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir
ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları
için böyle seçilmiş olabilirler.
Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği..
Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara
kaşını kara gözünü yerim yer!
Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle
yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan
beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı,
baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle
adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de
olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar
vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.
Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri
olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine
anlıyorum.
İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya
kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.
Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk
gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir
yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce
büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.
Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o
çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin
hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.
Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana.
Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat
tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış.
Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.
Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour:
“İki şey... Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey
var. Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek”.
Bir fahişeyle şehvet dolu bir ilişkinin kucağına düşen orta
yaşlı tosun aile babası Nick, neyse ki ölmeden bu söylediklerini dibine kadar
yapma şerefine nail oluyor.
Uzun süre sonra yazdığım ilk yazı, Romance & Cigarettes.
Öncelikle gerçekten çok özlediğimi söylemek istiyorum.
Romance & Cigarettes’in nasıl bir film olduğu adından
belli diyebiliriz ama, böyle bir film beklemiyordum, en azından beni bu kadar
yakalamasını beklemiyordum.
Mükemmel bir film olduğunu söyleyemeyiz ama kendine has,
benzersiz bir stili var.
Senaryosunu yazan ve yöneten, Coen Kardeşler’in favori
oyuncularından, benim de çok sevdiğim John Turturro. Yürütücü yapımcılığı da
Coen’ler üstlenmişler.
Müzikal dediğin bence böyle olmalı. Müziğin girdiği her
sahne mi bu kadar iyi, bu kadar eğlenceli ve yerinde olur. Gerçekten çok
beğendim!
Ve inanılmaz güzel şarkılar var. İnanılmaz.
IMDb’deki “down and dirty” tabiri hoşuma gitmedi. Yine de
siz –kesinlikle- annenizin babanızın yanında izlemeyin.
Konusu, kısaca:
Kitty, (Susan Sarandon), kocasının bir kadına yazdığı edepsiz
bir not bulur, ve adama tekmeyi basar. Metresi bulmakta ona yardımcı olması için kuzeni Bo’yu (Christopher Walken) çağırır.
Adam (James Gandolfini), kırmızı saçlı ateşli fahişeye (Tula)
meftun, bu uğurda koşa koşa sünnet bile olmuştur; peki sizce sadık, güvenilir,
aynı zamanda bir arkadaş, bir dost olan eski karısına mı dönmek isteyecek;
yoksa arzulu, tutkulu, şehvet dolu bu ilişkiyi mi tercih edecek? Cevabı sanırım
biliyoruz.
Şu hayatta ne yazık ki, “erkeklerin hayranlıkla baktığı,
beraber olana kadar yapamayacağı hiçbir şey olmadığı, elde ettikten sonra
kendilerince uyanıp güvenli limanlarına geri döndükleri kadın olmak" diye bir
gerçek var. Bu filmde o kadın, Tula (Kate Winslet). Filmi sadece Tula açısından
izleyip, başta gülmek, sonrasında ince ince ağlamak mümkün.
Bütün erkekler ‘Tula gibi kadın isterim’ palavraları sıkar,
ama gerçek Kitty’dir. Herkes tutkulu bir ilişki ister ve lanet olası belirsizliği
herkes sever. Bir şeyi elde ettikten sonra arzulamaya devam etmekse zaten,
arzunun temel prensibine aykırı. Uzun vadede herkes kendini güvenli kollara
teslim etmek ister.
Burada evlilik kurumu söz konusu olduğu için tarafımız tabii
ki belli.
Ve Kitty’nin tutumunu çok sevdim, çok hak verdim.
Tula: Geleceğimiz ne olacak?
Nick: Ölene kadar çalışmak zor iş.
Tula harika, Tula şahane!
Kate Winslet değil.
Kate Winslet fahişe rolünde bile kontrollü. Bana mı öyle
geliyor? Ablacım biraz bırak, dağınık kalsın.
Eveet, ALTI kez Oscar’a aday olmuş, bir kez de kazanmış bir
oyuncuya ayarımızı da verdik!!
Yok vazgeçmeyeceğim, gerçekten beğenmedim. Ya da belki o
kadar asil bir tipi var ki, ben fahişeye adapte edememişimdir, bu benim
hatamdır. Bilmiyorum. Sanki Titanik’ten sağ kurtulan Rose’u allayıp
pullamışlar, açmış saçmışlar.
Yalnız, Kate su altında bildiğin şarkı söylüyor.
Bu arada, kızıllar %20 daha fazla hissediyormuş beyler.
Nick üzerinden, erkeklerin doğasından, aldatma iç
güdülerinden bahsediliyor.
Çapkınlık Nick’in kanında var. Dedesi annesine bile asılmış.
Bir papaz bile yolda yürüken Kitty’e laf atıyor.
Hastaneden çıktığında bıyıklarını kesmiş bir Nick
gördüğümüzde, ondaki değişimi ve verdiği yeni kararları anlıyoruz.
“Annenize erkeklerin yosun, kadınların meşe ağacı olduklarını söyleyin”.
Verilen tepkiler, insanların davranışları, tavırları bana
bir çok şeyi hatırlattı. Bu yüzden filmi, karakterleri, davranışlarını ve geçen
tüm konuşmaları çok sıcak buldum.
Kızlardaki hafif karikatüre kaçma durumu dışında da oldukça
doğallar. Mükemmel değiller.
Karısını aldattığı ortaya çıkınca Nick’in inkar edişi (=Cem
Yılmaz’ın aldattığını inkar eden erkek taklidi), Kitty’nin ikinci kadını
pataklamak isteği, kiliseye gitmeye başlaması, sonunda yirmi beş yılın ardından
günah çıkaran Nick, Tula’nın sonlardaki bütün hali tavrı, Kitty onunla konuşsun
diye aslan kesilip kavgaya karışan Nick, psikolojik destek alan kızlarındaki
samimiyet, kendini Fryburg’e kaptırmış Baby, anne – kız ilişkileri, garip
komşular.. hepsi çok samimi.
Kafalarından geçenlerin, hayallerin sahne içinde
gerçekleşmesini de çok sevdim.
Çok fazla değinilen bir nokta, ilk aşk. İlk aşkın güzelliği,
ancak insanı aldatıcı, çabuk kararlar verdiren gerçeküstü havası sürekli
vurgulanıyor.
Kitty’nin mükemmel ilk aşkına dönebileceği endişesi sürekli
Nick’in kabuslarında.
Baby ise ilk aşkı Fryburg konusunda annesinin telkinlerinden etkileniyor.
Belki de Kitty savaşa giden ilk aşkını bir süre yalnız
kaldığı ve aklı Nick tarafından çelindiği için terk etmeseydi, böyle olmazdı.
Kitty de Nick de böyle olmayabileceğinin farkında.
Bir de uçak metaforu var. Yirmi yıldır eski eşini hala seven
ve bekleyen Fryburg’in annesi, Fryburg’e babasının geleceğini söylediğinde, bir
uçak geçtiğini görüyoruz. Kate Winslet kontrollü gelirken, yine uçak geçiyor.
Baby babasına evleneceğini söylerken, uçak görüyoruz. Filmin sonlarında yine
gün batımında bir uçak geçiyor.
Uçak, hayatlarındaki sıkışmışlığı ifade ediyor diye
düşünüyorum. O mahallede sıkışmışlıklarını. Evlenmelerini, evlenememelerini, yıllar
sonra hala seviyor olmalarını, tek düze yaşamlarını. Sıkıcı hayatları içindeki
basit heyecanlarını. Ne olursa olsun, orada kalışlarını.
Ve beni gülme krizine sokan sahne:
Kitty eve döndüğünde Baby ve Fryburg’un -ondan habersiz- nişanlarında bulur
kendini ve der ki: “You two must think I'm the cucumber in the
gardener's ass” (siz beni başçavuşun eşeği sanmış olmalısınız diye kibarca çeviriyorum :).
En güzel şeylerden biri: dans eden Christopher Walken.
“My my my Delilah, why why why Delilah?”
Gerçek sevgi, onu sadece o istedi diye korkutmaktır.