Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2016 Salı

MUSTANG (2015)

“Her şey göz açıp kapayana kadar değişti. Önce rahattık… ve birden her şey boka sardı.”

Fransız-Alman-Türk ortak yapımı Mustang, Fransada yaşayan Türk yönetmen Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi. Türkiye’nin Sivas’ı aday göstermesiyle film, 12 adet en iyi yabancı film Oscar’ına sahip Fransa’nın en iyi yabancı film Oscar aday adayı oldu. 2016 Altın Küre ödüllerinde yine Fransa adına en iyi yabancı film dalında aday olarak bizleri de oldukça heyecanlandırdı.

Mustang, anne ve babalarının ölümünün ardından babaanne ve amcalarıyla yaşayan beş kız kardeşin toplum ve aile baskısıyla çevrili yaşamını anlatıyor. Erkeklerle münasebetleri olmasın diye okuldan alınan, eve hapsedilen, erkenden evlendirilen genç kızların bu erkek egemen toplumda kendilerini var edebilmekte karşılaştıkları zorlukları ve mücadelelerini vurucu bir üslupla yansıtıyor.

30 Aralık 2015 Çarşamba

THE HATEFUL EIGHT (2015)

SİYAH ADAM BEYAZ CEHENNEM


Filmler daha gösterime girmeden internete sızdırıldığı için küçük çapta sevinç patlamaları yaşadığımız; ardı ardına Spielberg, Inarritu, Tarantino filmleri izlediğimiz; ödül sezonunun yavaş yavaş hareketlendiği güzel günler yaşıyoruz.
Yok senaryosu sızdı, yok çekimler iptal edildi derken sonunda izleyicisiyle buluşan; sinemaseverlerin aylardır merakla beklediği The Hateful Eight, adından da anlaşılacağı gibi Quentin Tarantino’nun sekizinci filmi.


Kısaca konusu: Soğuğun biz izleyenlerin bile içine işlediği bir günde kafatası avcısı John Ruth, başına on bin dolar ödül konmuş Daisy Domergue’yu Red Rock’a idama götürmek üzere yola koyulmuştur. Kar fırtınasında yolda kalan bir diğer ödül avcısı Binbaşı Maquis Warren ve müstakbel Şerif Mannix de onlara katılır ve kendilerini bir konaklama yerine atarlar. Burada onları dört gizemli adam karşılayacak, esas hikaye burada başlayacaktır…

31 Ekim 2014 Cuma

SENDEN NEFRET EDİYORUM ABBAS


Evet Çiçek Abbas. Konumuz ciddi ciddi Çiçek Abbas.

Abbas, minibüs şoförü Şakir’e muavinlik yapmaktadır. Şakir, Nazlı’yı bir yıldır evlenme vaadiyle oyalamaktadır. Nazlı, babasının isteğiyle minibüsü olduğu için Şakir’le sözlenmiştir. Fakat Şakir’in gözü dışarıdadır. İki yüzlü Abbas’ın gözüyse Nazlı’dadır. Nazlı’yı elde edebilmek için fırsatları değerlendirir ve Şakir’i karşısına alır…


Bu kadar karikatürize ve yüzeysel karakterleri derinlemesine analiz etmeye kalkmak tabii ki komik olur. Olsun varsın, ah çekinme! Bırakın iki dalgamızı geçelim.

Televizyonu genel olarak geceleri reklam arası Türk filmi koyan ucubik kanallardaki yeşilçam filmlerini izlemek için kullanıyorum. Birkaç filmle beraber Çiçek Abbas, bu kanallarda batmayan güneş gibi. Daha iyi bir şey yoksa çaresiz izlemeye başlıyorum. Ve Abbas Şakir’i taklit eder vaziyette kırmızı deri ceketiyle, o salak botlarıyla belirdiği andan itibaren sinirden zap yapamayacak hale geliyorum. Hele filmin her şeyi arak Abbas'ın arkasında duruşu, ona kazandırışı yok mu... Tabii ki acıyıp sinsi Abbas'la empati kuracak değilim, Allah muhafaza. Abartma, salla demeyin. Bırakın başka dert yokmuş gibi iki nefret kusalım.

12 Temmuz 2013 Cuma

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: UZAK (2002)


Mahmut, boşanmış, yalnız yaşayan, İstanbul’da tutunmaya çabalayan bir fotoğraf sanatçısıdır. Yusuf, iş bulabilmek umuduyla fotoğraf sanatçısı kuzeni Mahmut’un yanına İstanbul’a gelir... Bozulan düzenleri, birbirleriyle giderek kopuklaşan ilişkileri, tutunmaya çalıştıkları hayatları ve sona ermeyen yalnızlıkları izlediğimiz, usta oyunculuklarla dolu bir film Uzak.
Ve bu filme en yakışabilecek isme sahip. Her şeyden uzaklar; kendilerinden, hayallerinden, insanlardan, sevdiklerinden, memleketlerinden...
Uzak, yalnızlığın ve kendinden uzaklaştıkça kimseye yaklaşamayan karakterlerin hikayesi.

28 Mayıs 2013 Salı

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: MAYIS SIKINTISI (1999)

“Ben mayıs aylarını hiç sevmem. Hep içime sıkıntı çöker, hep bir terslik olur nedense”.



Kısaca konusu: Muzaffer belgesel çekmek üzere ailesinin yanına, Yenice’ye gelir. Maddi imkansızlıklardan ötürü filmde annesini ve babasını oynatmaya karar verir. Saffet de üniversiteyi kazanamayınca çalışmaya başladığı fabrikadan ayrılır, ona İstanbul hayallerinde yardımcı olmasını bekleyerek Muzaffer’e yardımcı olmaya başlar. Babası, topraklarının devlet tarafından istimlak edileceği endişesindedir. Küçük Ali ise halası babasına müzikli saat almasını söylesin diye bir yumurtayı kırk gün cebinde taşımaya çalışmaktadır...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

NURİ BİLGE CEYLAN VE TAŞRA ÜÇLEMESİ: KASABA (1997)

Ülkemizin gurur kaynağı, medar-ı iftiharı yönetmen Nuri Bilge Ceylan, 1959 yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğu Çanakkale’nin Yenice ilçesinde geçmiş. Ardından ailecek yeniden İstanbul’a gelmişler. 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okumaya başlamış fakat, siyasi olaylardan ötürü iki yıl sonra bırakmak zorunda kalmış. ’78 yılında bu kez Boğaziçi Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne başlamış. Burada fotoğraf ve sinema klüplerinde görev almış, bir yandan da seçmeli sinema derslerine girmiş. 6 yıl sonunda mezun olmuş ve sonrasında yurtdışına çıkmış, hayatta ne yapacağı konusunda kararsızlıklar yaşarken dönmüş ve askere gitmiş. Bir buçuk yıl süren askerlik sırasında sinema yapmak istediğine karar vermiş. Askerlik sonrasında Mimar Sinan’da sinema okumaya başlamış ve fakat yaşı 30’a dayanmış yaşlı bir öğrenci olduğundan iki yıl sonrasında hayata atılmak üzere okuldan ayrılmış. Fotoğrafçılıkla hayatını sürdürmüş bir yandan ve ilk kısa metrajlı filmi Koza’yı bitirdiğinde yaşı 35 – 36 civarında.
Kendisi hakkında pek çok yerde rastlayabileceğimiz bu bilgileri ben neden mi yazdım? Şunun için yazdım... Benim buradan anladığım ve ifade etmek istediğim şudur: Yetenek, sanatçı ruh içten gelir. Fakat yine de yönetmen doğulmuyor, yönetmen olunuyor (Elektrik mühendisi de olunabilirdi). Sanatçı ruhun öne çıkmasına önce bir karar vermek, sonra izin vermek gerekiyor.
Birçok geleceği konusunda kararsız, sınırlarına hapsolmuş ve çaresiz olduğunu düşünen kişi için bunların fazlasıyla anlam ifade edeceğini biliyorum. Düşünmek, kendini dinlemek, kendine izin vermek, kararlı olmak gerekiyor. Bizi biz yapan, seçimlerimiz.
Su doğru kanalda akacaktır sevgili içindeki sese kulak vermeye mail blog okuru.


61. Cannes Film Festivali’nde aldığı en iyi yönetmen ödülü sonrasında Üç Maymun’u izleyerek tanışmıştım ben Nuri Bilge Ceylan’la.
Geçende “neyin var” sorusuna “bilmem, mayıs sıkıntısı herhalde” diye gayriihtiyari cevap verdiğimde ne espri yapmak niyetindeydim ne de cümle arasına iki entel dantel kelime sıkıştırmak istemiştim. Öylece söylediğim deyimin literatürüme yerleştiğini fark ettiğimde önce hala Mayıs Sıkıntısı’nı izlememiş olduğumu, ardından da daha sadece bir Nuri Bilge filmi izlemiş olduğumu kederle fark ettim. Yapmayı planladığım -ve elbette ki ertelediğim- başka film serileri ve yazıları bırakıp tam zamanıyken izlemeye karar verdim ve sizlerle de paylaşarak Nuri Bilge Ceylan’ı birlikte iyice tanıyalım istedim.
Mayıs Sıkıntısı’nın “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen, NBC’ın yarı otobiyografik öğeler taşıyan filmlerinin ikincisi olduğunu böylece öğrendim. Bu nedenle önce Kasaba’yla başlıyoruz.

7 Şubat 2013 Perşembe

DJANGO UNCHAINED (2012)

ZİNCİRSİZ

"Baylar, merakımı cezbetmiştiniz zaten.. Şimdi ise dikkatimi çektiniz".

Uyarı: bu yazı dibine kadar bir Quentin Tarantino’ya saygı, sevgi, ve hatta tapınma yazısıdır.  


Tarantino filmleri genelde ayrı kollarda ilerleyip, bütünleşerek sonuca ulaşır. Zincirsiz’in ise kısa geri dönüşler dışında düz, tek koldan ilerleyen bir anlatımı var.


İç savaş öncesi, Amerika’da siyahilerin köle, hatta köpek muamelesi gördükleri yıllarda geçen filmde, kelle avcısı bir Alman (Christoph Waltz), köle Django’yu (Jamie Foxx) ona yardımcı olması için satın alarak özgür bırakır. Sonrasında aralarında gelişen dostluk ve işbirliğiyle Django’nun kayıp köle eşi Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya karar verirler. Broomhilda ise Calvin’in (Leonardo DiCaprio) çiftliği Candieland’dedir...



Her cümlesine dikkat kesildim, her karesini izlemeye doyamadım. Çok mutlu bir 165 dakika geçirdim. Bittiğinde uzun ve güzel bir roman okumuş gibiydim.

Yarı İtalya, çeyrek İrlanda kökenli Tarantino sonunda yapmak istediğini yapmış. Bol ketçaplı bir spagetti western, ama bildiğin Tarantino filmi. Klasik bir western bekleyen varsa açıp Affedilmeyen'i tekrar izleyebilirler.

Django rolü için düşünülenlerden biri de Will Smith’miş; ben de onu görmeyi daha çok isterdim. Jamie Foxx’un yüz ifadesi bence fazla haşin.

  
Christoph Waltz, Inglorius Basterds’taki soykırımcı adamdan çok farklı olarak, insancıl, ırkçılık ve kölelik karşıtı, mert bir adam olarak karşımıza çıkmış. Bu nedenle izleyiciyi de yanına çekiyor ve sevdiriyor ancak, oyunculuk anlamında Inglorious Basterds’taki performansından çok farklı bulmadım, ki evet çok iyi bir oyuncu ve filmin en güzel sosu. Ve fakat aynı hareketler, aynı mimikler, jestlerle karşılaştım.

Tarantino’nun yazdığı ilk senaryoda Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı adam daha yaşlı düşünülmüş. Leonardo oynamak istediğini kendisi söylemiş Tarantino’ya. Sonrasında karakterde o yönde değişiklikler olmuş. Böylece Leonardo (uzun süredir) ilk kez oynadığı filmde en çok ücreti alan kişi olmamış. Ne yazık ki rolünde kendisinden beklediğimiz vuruculuğu gösteremiyor. Sanki yeterince çalışmamış, sanki olmamış. Yarım yamalak bir psikopat. Vasatlık yakışmıyor ona. Yine de hastasıyız! Önceki harika oyunculuklarından ötürü -son filmlerinde hayal kırıklığı yaratsa da- kredisi fazla adamın.
Yalnız böyle devam edersen -şansın varsa- elinde bir Akademi Onur Ödülü'yle kalacaksın, ‘en iyi erkek’i anca rüyanda göreceksin Leo’cum.



Samuel Jackson uşak rolünde döktürmüş.
Uşak rolüne gelmişken, siyahların özgürlüğüne beyazlardan çok karşı çıkan siyahilerden bahsetmek isterim. İnsanlar tam olarak böyledir. Sahip olamadıklarına senin sahip olmandan nefret ettiklerini pek gizleyemezler. Bu anlamda Django’nun ata binebilmesine, herkes gibi bir evde ağırlanabilmesine en az beyazlar kadar karşı çıkan siyahilerden, bunu açıkça ifade eden siyahi uşak fikrinden etkilendim.



Tarantino yine filmin sonlarında küçük bir rolle yer almış (Yılmaz Erdoğan değil ki Django'yu oynasın). Kendisine bayıldığım için, gördüğüm andan itibaren gülerek izledim. “Kendini de patlattı sonunda ya hahhahaha” deyivermişim.



Tarantino filmleri, genel olarak farklı konulardaki aynı lezzeti içeriyor. Aynı dahi beynin çok düşünülmüş, sayısız detayla donatılmış senaryosunu kendi yönetmesindeki benzersiz lezzet fanları tatmin edecektir.
Zincirsiz de Quentin Tarantino’nun çok sevgili filmografisinin iyi bir filmi. En iyi filmi denemez. Ama tabii ki bu kez de beğenmedim kabul etmiyorum.

Bir röportajında Tarantino’nun “bu film şu anki zirvem” dediğini okudum. Senaryo yazımı ve yaratıcılıkta aşmış ve kendini seneler önce ispatlamış olduğundan, zirvesini prodüksiyonu giderek büyüterek yükseltme yolunda anlaşılan.
Bunun yanında daha çok alt metin, daha vicdandan vurucu sahneler, cümleler katmış yoluna.


Zincirsiz, iyi bir ırkçılık eleştirisi.
The Help gibi “bakın beyazlarla siyahlar arasındaki farklar bunlar bunlardı zamanında” demiyor. Farklar hikayenin içinde eritilerek gösteriliyor.

Amerikalıların kendilerini eleştirebilmekte geldikleri noktaya hayranım.
Özür dilemek böyle olur. Kuru lafla değil. Çekinmeden kabul ederek. Yine de herkese layık görülmeyebilecek, halen başkası yaptığında hoş karşılanmayabilecek “Tarantino dozu” diye birşey var filmde.

Dönemin Amerika’sıyla Avrupa’sının kıyası var bir tarafta. Soysuzlar Çetesi’nin tersine bu defa Amerikalıların ırkçılığı ve zulmü karşısında Avrupalıların hümanistliği vurgulanmış. 

Zincirsiz, ciddi bir konuyu ciddiyete boğmadan ele alabilen, önemini vurgulayabilen, bunu ucuza kaçmadan, güldürerek yapabilen bir film.
Mesaj kaygısı içermeden bir sürü mesaj verebilen bir film, ki bayılırım!
En ufak bir zorlama kahramanlık, zorla karakter sevdirişi, acındırışı vs. yok. Şakşak yok. Hayat gibi. Klişeler umurunda değil. Cool!
En basitinden, kölelere ‘gidin özgür kalın’ demek yok. İpi çözüp ne yaparsanız yapın dercesine gitmek var.
Bu sırada alttan dayanmış, seni yönlendiren klasik müzikler yok. Zorlama duygu dayatması yok.

Kanlar, organlar yine havada uçuşuyor. Tiksinmek bir yana öyle bir abartı söz konusu ki kendinizi gülerken yakalayabiliyorsunuz. Sonra inanmıyorum ben neye gülüyorum, düşüncesi aklınızdan geçiveriyor. Sonra geçiyor.

Bu nedenle Tarantino’nun şiddeti özendirdiği düşüncesine tamamen katılıyorum. Çünkü şiddet gerçekte olduğu gibi korkunçluğuyla, iğrençliğiyle, vahşetiyle yansıtılmıyor.



Esasen bu yine tam da sevdiğim yönü olarak, Tarantino’nun bir olayın sadece resmini çekiyor oluşuyla ilgili. Asla vaaz yok, nutuk yok. Parmak sallayarak ders vermek yok. Sen istersen birşeyler alırsın. İstemiyorsan patlamış mısırını ye ve devam et bebeğim.

Ku Klux Klan sahnesi tam anlamıyla yardırdı.

Yine alışılageldiği üzere bu filminde de çok iyi şarkılara yer vermiş Mr. Tarantino. Şarkılar arka planda kullanılmıyor, sahnenin kendisine dönüşüyor.
Açılışta Django'yla tanışırken çalıp bizleri hemen filme adapte eden, Luis Bacalov'un bestelediği, İngilizce versiyonunu Rocky Roberts'ın seslendirdiği "Django"; 1966 yapımı Django için yapılmış.


İlk kez olarak Mr. Tarantino bir filminde eski şarkıların yanında o film için yaratılmış yeni şarkılara da yer vermiş. Örneğin, Jamie Foxx ve Rick Ross'un yazdığı, Rick Ross'un seslendirdiği, benim de filme çok yakıştırdığım hip hop türündeki "100 Black Coffins":




Anthony Hamilton & Elayna Boynton’dan "Freedom": 




Lohn Legend'dan "Who Did That To You":




Tarantino yaşlandıkça yönetmenlerin verimliliğinin azaldığını düşündüğünü, bu nedenle kariyerini on filmle noktalayacağını söylemişti. Bu durumda iki film kaldı :( Lütfen Kill Bill 3’ü çekmesin, yalvarırım. Yapımcı mı zorluyor, bu zirvede ve tadında bitmiş, ikisi bir bütün oluşturan filmi bozma çabası nedendir anlamadım. Nasıl yapılırsa yapılsın oluru yok bana göre.

Bu da credits sonunda çoğumuzun kaçırdığı sahne:


Bense goodbye değil, auf wiedersehen diyorum.
Elveda değil, görüşene dek.

NeFilm Puanı: 8.5/10
Django Unchained (2012) on IMDb

15 Ocak 2013 Salı

GROUNDHOG DAY (1993)


BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ


Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.


Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve  dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.


Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8 ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği, pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.


Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor, olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.  

                                     

1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.

Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın 2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum neredeyse. Sağ olsun Hollywood.


Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.



Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü, dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil. 

                                                                       Şekil 1.a: Punxsutawney

                                                                       Şekil 1.b: Hill Valley                                                     

Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.

NeFilm Puanı: 6.5/10

27 Aralık 2012 Perşembe

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

HOBBİT: BEKLENMEDİK YOLCULUK


11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim!

Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır. Nokta.                   

                          


Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.

Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.  

16 Aralık 2012 Pazar

ONE DAY (2011)

BİR GÜN


Gelecekte eminim yine karşılaşacağız, ama arkadaş olacağız.”


David Nicholls'un bestseller romanından uyarlama One Day. O günlerde çok popüler olmuştu, ben de okumak istemiştim ama fırsat olmadı. Ben de artık filmini izleyeyim dedim, tam da aşk filmi havamdayken.

Emma ve Dexter, mezuniyet sonrası, üzerlerinde cüppelerle, sabaha karşı tanışırlar ve eve geçerler. Emma bu durumları yüzüne gözüne bulaştıran bir tip olduğundan, yürümez ancak arkadaş kalmaya karar verirler. Birbirlerinden hep haberdar olmak suretiyle, her yıl 15 temmuz günü buluşurlar.
Biz de, 1988’deki mezuniyetlerinden 2006’ya kadar her yılın 15 temmuz gününü izleriz.


Sanki karşımızda bir ilişki-zaman grafiği var. Bazen pik veren, bazen apsiste bir grafik.
Emma potansiyelini açığa çıkaramayan biri. Buna rağmen hep çabalıyor, köhne bir yerde garsonluk yapıyor, öğretmen oluyor, sonunda yazar olmayı başarıyor; hep çalışan, emek veren biri.
Dexter’sa tam bir ağustos böceği. Zengin, havai, dışadönük, zampara bir adam.
Aradan geçen yıllarda Dexter’ın hayatı düşüşe, Emma’nınki yükselişe geçiyor.



Ve sonra..
Oğlumuz adam oldu, ama zaman diye birşey vardı.
Issız Adam’a ağlayanlar bunu izlerken de hıçkırıklarını gözyaşlarını tutamayacaktır. 

Her yılın aynı gününü izleyerek hayattaki değişime tanıklık etme fikrini çok sevdim.
Zaman ilerleyişini, onlarla beraber modanın ve tarzlarının da değişimi izlemek eğlenceli.
Filmin başarısızlığı, yıllar atladıkça bizim bunlar arasında çok az bağlantı kurabilmemiz.
Filmin mottosunu yakaladıktan sonra senaryoya kendi kafamızdan eklemeler yapmamız gerekiyor.
Emma’nın yaşadıkları, hissettikleri çok yetersiz kalıyor. 
Bu yüzden hikayeyi sevdim ve keşke kitabını okusaydım dedim.
Çok güzel görüntüler var ve yine de hoş bir aşk hikayesi; bu yüzden yazmak istedim.


Anne Hathaway zaten iyi bir oyuncu, ben de seviyorum artık kendisini.
Jim Sturgess’i ise ilk kez izledim. Abartmıyorum, bakkalın çırağı kadar bir karizması var. Kimse kusura bakmasın. Hiç beğenmedim hiç. Olmamış. Nasıl yakışmıyorlar birbirlerine, nasssıl. İzledikçe Ryan Gosling’in değerini anladım. O karakter ayağa kalkardı. (Canım Ryan, herşeyin olduğu gibi senin de değerini zamanında bilemedim. Seni seviyorum. Bana ulaş). Jake Gyllenhaal da iyi giderdi.

Aşk filmi severlere, kafa boşaltmak isteyenlere, sevgilerle. 
NeFilm puanı: 6/10

6 Aralık 2012 Perşembe

MOONRISE KINGDOM (2012)


Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi. Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.


Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.

Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar. Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman (98’liler!!).


Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları için böyle seçilmiş olabilirler.

Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği.. Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara kaşını kara gözünü yerim yer!

Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı, baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.

Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine anlıyorum.

İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.


Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.

Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.

Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana. 

Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış. Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.


                                      

Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour:



"-No, thanks". + "Yes thanks"
NeFilm puanı: 7.5/10

Moonrise Kingdom (2012) on IMDb

24 Kasım 2012 Cumartesi

ROMANCE & CIGARETTES (2005)


AŞK VE SİGARA


“İki şey... Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey var. Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek”.

Bir fahişeyle şehvet dolu bir ilişkinin kucağına düşen orta yaşlı tosun aile babası Nick, neyse ki ölmeden bu söylediklerini dibine kadar yapma şerefine nail oluyor.


Uzun süre sonra yazdığım ilk yazı, Romance & Cigarettes. Öncelikle gerçekten çok özlediğimi söylemek istiyorum.

Romance & Cigarettes’in nasıl bir film olduğu adından belli diyebiliriz ama, böyle bir film beklemiyordum, en azından beni bu kadar yakalamasını beklemiyordum.
Mükemmel bir film olduğunu söyleyemeyiz ama kendine has, benzersiz bir stili var.
Senaryosunu yazan ve yöneten, Coen Kardeşler’in favori oyuncularından, benim de çok sevdiğim John Turturro. Yürütücü yapımcılığı da Coen’ler üstlenmişler.
Müzikal dediğin bence böyle olmalı. Müziğin girdiği her sahne mi bu kadar iyi, bu kadar eğlenceli ve yerinde olur. Gerçekten çok beğendim!
Ve inanılmaz güzel şarkılar var. İnanılmaz.
IMDb’deki “down and dirty” tabiri hoşuma gitmedi. Yine de siz –kesinlikle- annenizin babanızın yanında izlemeyin.

Konusu, kısaca:
Kitty, (Susan Sarandon), kocasının bir kadına yazdığı edepsiz bir not bulur, ve adama tekmeyi basar. Metresi bulmakta ona yardımcı olması için kuzeni Bo’yu (Christopher Walken) çağırır.
Adam (James Gandolfini), kırmızı saçlı ateşli fahişeye (Tula) meftun, bu uğurda koşa koşa sünnet bile olmuştur; peki sizce sadık, güvenilir, aynı zamanda bir arkadaş, bir dost olan eski karısına mı dönmek isteyecek; yoksa arzulu, tutkulu, şehvet dolu bu ilişkiyi mi tercih edecek? Cevabı sanırım biliyoruz.


Şu hayatta ne yazık ki, “erkeklerin hayranlıkla baktığı, beraber olana kadar yapamayacağı hiçbir şey olmadığı, elde ettikten sonra kendilerince uyanıp güvenli limanlarına geri döndükleri kadın olmak" diye bir gerçek var. Bu filmde o kadın, Tula (Kate Winslet). Filmi sadece Tula açısından izleyip, başta gülmek, sonrasında ince ince ağlamak mümkün.
Bütün erkekler ‘Tula gibi kadın isterim’ palavraları sıkar, ama gerçek Kitty’dir. Herkes tutkulu bir ilişki ister ve lanet olası belirsizliği herkes sever. Bir şeyi elde ettikten sonra arzulamaya devam etmekse zaten, arzunun temel prensibine aykırı. Uzun vadede herkes kendini güvenli kollara teslim etmek ister.
Burada evlilik kurumu söz konusu olduğu için tarafımız tabii ki belli.
Ve Kitty’nin tutumunu çok sevdim, çok hak verdim.


Tula: Geleceğimiz ne olacak?
Nick: Ölene kadar çalışmak zor iş.

Tula harika, Tula şahane!
Kate Winslet değil.
Kate Winslet fahişe rolünde bile kontrollü. Bana mı öyle geliyor? Ablacım biraz bırak, dağınık kalsın.
Eveet, ALTI kez Oscar’a aday olmuş, bir kez de kazanmış bir oyuncuya ayarımızı da verdik!!
Yok vazgeçmeyeceğim, gerçekten beğenmedim. Ya da belki o kadar asil bir tipi var ki, ben fahişeye adapte edememişimdir, bu benim hatamdır. Bilmiyorum. Sanki Titanik’ten sağ kurtulan Rose’u allayıp pullamışlar, açmış saçmışlar.


 

Yalnız, Kate su altında bildiğin şarkı söylüyor.



Bu arada, kızıllar %20 daha fazla hissediyormuş beyler.

Nick üzerinden, erkeklerin doğasından, aldatma iç güdülerinden bahsediliyor.
Çapkınlık Nick’in kanında var. Dedesi annesine bile asılmış.
Bir papaz bile yolda yürüken Kitty’e laf atıyor.

Hastaneden çıktığında bıyıklarını kesmiş bir Nick gördüğümüzde, ondaki değişimi ve verdiği yeni kararları anlıyoruz.

“Annenize erkeklerin yosun, kadınların meşe ağacı olduklarını söyleyin”.



                   
Verilen tepkiler, insanların davranışları, tavırları bana bir çok şeyi hatırlattı. Bu yüzden filmi, karakterleri, davranışlarını ve geçen tüm konuşmaları çok sıcak buldum.
Kızlardaki hafif karikatüre kaçma durumu dışında da oldukça doğallar. Mükemmel değiller.
Karısını aldattığı ortaya çıkınca Nick’in inkar edişi (=Cem Yılmaz’ın aldattığını inkar eden erkek taklidi), Kitty’nin ikinci kadını pataklamak isteği, kiliseye gitmeye başlaması, sonunda yirmi beş yılın ardından günah çıkaran Nick, Tula’nın sonlardaki bütün hali tavrı, Kitty onunla konuşsun diye aslan kesilip kavgaya karışan Nick, psikolojik destek alan kızlarındaki samimiyet, kendini Fryburg’e kaptırmış Baby, anne – kız ilişkileri, garip komşular.. hepsi çok samimi.
Kafalarından geçenlerin, hayallerin sahne içinde gerçekleşmesini de çok sevdim.

Çok fazla değinilen bir nokta, ilk aşk. İlk aşkın güzelliği, ancak insanı aldatıcı, çabuk kararlar verdiren gerçeküstü havası sürekli vurgulanıyor.
Kitty’nin mükemmel ilk aşkına dönebileceği endişesi sürekli Nick’in kabuslarında.
Baby ise ilk aşkı Fryburg konusunda annesinin telkinlerinden etkileniyor.
Belki de Kitty savaşa giden ilk aşkını bir süre yalnız kaldığı ve aklı Nick tarafından çelindiği için terk etmeseydi, böyle olmazdı. Kitty de Nick de böyle olmayabileceğinin farkında.

Bir de uçak metaforu var. Yirmi yıldır eski eşini hala seven ve bekleyen Fryburg’in annesi, Fryburg’e babasının geleceğini söylediğinde, bir uçak geçtiğini görüyoruz. Kate Winslet kontrollü gelirken, yine uçak geçiyor. Baby babasına evleneceğini söylerken, uçak görüyoruz. Filmin sonlarında yine gün batımında bir uçak geçiyor.
Uçak, hayatlarındaki sıkışmışlığı ifade ediyor diye düşünüyorum. O mahallede sıkışmışlıklarını. Evlenmelerini, evlenememelerini, yıllar sonra hala seviyor olmalarını, tek düze yaşamlarını. Sıkıcı hayatları içindeki basit heyecanlarını. Ne olursa olsun, orada kalışlarını.


Ve beni gülme krizine sokan sahne:
Kitty eve döndüğünde Baby ve Fryburg’un -ondan habersiz- nişanlarında bulur kendini ve der ki: “You two must think I'm the cucumber in the gardener's ass” (siz beni başçavuşun eşeği sanmış olmalısınız diye kibarca çeviriyorum :).




 En güzel şeylerden biri: dans eden Christopher Walken.
“My my my Delilah, why why why Delilah?”


 Gerçek sevgi, onu sadece o istedi diye korkutmaktır.


NeFilm puanı: 7.5/10
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...