Ülkemizin gurur kaynağı, medar-ı iftiharı yönetmen Nuri Bilge Ceylan, 1959
yılında İstanbul’da doğmuş. Çocukluğu Çanakkale’nin Yenice ilçesinde geçmiş.
Ardından ailecek yeniden İstanbul’a gelmişler. 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
Kimya Mühendisliği okumaya başlamış fakat, siyasi olaylardan ötürü iki yıl
sonra bırakmak zorunda kalmış. ’78 yılında bu kez Boğaziçi
Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği bölümüne başlamış. Burada fotoğraf ve
sinema klüplerinde görev almış, bir yandan da seçmeli sinema derslerine girmiş. 6
yıl sonunda mezun olmuş ve sonrasında yurtdışına çıkmış, hayatta ne yapacağı
konusunda kararsızlıklar yaşarken dönmüş ve askere gitmiş. Bir buçuk yıl süren
askerlik sırasında sinema yapmak istediğine karar vermiş. Askerlik sonrasında
Mimar Sinan’da sinema okumaya başlamış ve fakat yaşı 30’a dayanmış yaşlı bir
öğrenci olduğundan iki yıl sonrasında hayata atılmak üzere okuldan ayrılmış. Fotoğrafçılıkla
hayatını sürdürmüş bir yandan ve ilk kısa metrajlı filmi Koza’yı bitirdiğinde
yaşı 35 – 36 civarında.
Kendisi hakkında pek çok yerde rastlayabileceğimiz bu
bilgileri ben neden mi yazdım? Şunun için yazdım... Benim buradan anladığım ve
ifade etmek istediğim şudur: Yetenek, sanatçı ruh içten gelir. Fakat yine de
yönetmen doğulmuyor, yönetmen olunuyor (Elektrik mühendisi de olunabilirdi).
Sanatçı ruhun öne çıkmasına önce bir karar vermek, sonra izin vermek gerekiyor.
Birçok geleceği konusunda kararsız, sınırlarına hapsolmuş ve
çaresiz olduğunu düşünen kişi için bunların fazlasıyla anlam ifade edeceğini biliyorum.
Düşünmek, kendini dinlemek, kendine izin vermek, kararlı olmak gerekiyor. Bizi
biz yapan, seçimlerimiz.
61. Cannes Film Festivali’nde aldığı en iyi yönetmen ödülü
sonrasında Üç Maymun’u izleyerek tanışmıştım ben Nuri Bilge Ceylan’la.
Geçende “neyin var” sorusuna “bilmem, mayıs sıkıntısı
herhalde” diye gayriihtiyari cevap verdiğimde ne espri yapmak niyetindeydim ne
de cümle arasına iki entel dantel kelime sıkıştırmak istemiştim. Öylece
söylediğim deyimin literatürüme yerleştiğini fark ettiğimde önce hala Mayıs
Sıkıntısı’nı izlememiş olduğumu, ardından da daha sadece bir Nuri Bilge filmi
izlemiş olduğumu kederle fark ettim. Yapmayı planladığım -ve elbette ki
ertelediğim- başka film serileri ve yazıları bırakıp tam zamanıyken izlemeye
karar verdim ve sizlerle de paylaşarak Nuri Bilge Ceylan’ı birlikte iyice
tanıyalım istedim.
Mayıs Sıkıntısı’nın “Taşra Üçlemesi” olarak da bilinen,
NBC’ın yarı otobiyografik öğeler taşıyan filmlerinin ikincisi olduğunu böylece
öğrendim. Bu nedenle önce Kasaba’yla başlıyoruz.
(Esasen Ceylan’ın ilk filmi kısa metrajlı Koza (1995).
"Koza, teknik ve estetik birikimime rağmen film yapmaya
bir türlü başlayamadığım ve sürekli ertelediğim için korkak ve mıymıntı olmakla
suçladığım kendime ettiğim işkenceleri sona erdirmek için giriştiğim umutsuz
bir denemeden başka bir şey değildi. Kendimi fırlatır gibi başladım o filmi
çekmeye. Bitirdiğimde de neye benzediği konusunda gerçekten bir fikrim yoktu.
Ama yine de Koza’yı çekmek, kendi yapıma uygun üretim koşullarını yaratmamı
sağlayacak bütün ipuçlarını verdi bana."
Ortaya çıkan ürünün nasıl olduğunu fazla önemsemeksizin metaforik anlatım barındaran hemen her şeye sanat dünyasının kucak açmasından çok sıkıldığım için üzerinde duralım istemedim. Ki evet ’95 yılında Cannes
Film Festivali’nde uluslararası kısa film yarışmasındaymış).
KASABA
Yoksul köy okulundaki dersle, kardan üşümüş ve ıslanmış gelen, çoraplarını sobaya asan, ayaklarını ısıtmaya çalışan küçük çocukla
yapılan başlangıç çok güzeldi (Derste okunan parça elbette ki tesadüfi değil: Dayanışma Ve Dayanışmanın Toplum Hayatındaki Önemi).
Fakat Çanakkale Yenice’de geçen çokça otobiyografik filmin
büyük bölümünü akşam yoksul ailenin ateş çevresinde toplandığı ve hayata bakış
açıları hakkında oldukça fikir edindiğimiz sahne kaplıyor. Okulda beslenme çantası koktuğu için mahcup olmuş küçük kız, kaplumbağaya masumca zulmeden küçük kardeş,
yıllar önce savaşa katılmış, memleketi gibisinin olmadığını düşünen dede,
onunla hemen her konuda zıt fikirdeki delikanlı Saffet, anneanne, okuyup
memlekete geri dönmüş olan amca bu sohbetle filmin bize düşündürmek
istediklerini ifşa ediyorlar.
“Savaş neye yaradı ki?”
“-Köylülere su kanalı yaptırdın, şimdi arkandan ne laflar ediyorlar... Kime yarandın? ...Amacın kendine su getirmek değil miydi?” "-Fark eder mi?"
“O kadar bilgiyi bir tek kendin için mi öğrendin?”
Filmin en iyi karakteri, askerden döneli yıllar olmuş, fakat dikiş
tutturamamış, kasabaya sıkışmış Saffet.
“Size şunu söylemek istiyorum: Evet, belki ben bir baltaya
sap olamayan, sıkıcı ve acınacak durumda biriyim.Tersliğim, uyumsuzluğum
canınızı sıkıyor. Galiba hiçbir yeteneğim de yok. Kanımdan başka da verecek bir şeyim.. Gençliğim kimseye gerekli olmayan bir
izmarit gibi yok olup gidiyor. Ne bir yuvam, ne dostlarım ne de bir işim var. Gençliğimin
en verimli çağında bu kasabaya kısıldım kaldım. Erkekliğim, dinçliğim, kalbim
gözümün önünde eriyor. Şunu da söyleyeyim, askere gitme vaktim gelene kadar bu
kasabadan kurtulmaktan başka bir şey düşünmedim. Ama o sabah gelip çattığında beni
bu kasabaya bağlayan o güne kadar farketmediğim daha derin bağlar olduğunu farkettim.
Çiy damlalarıyla kaplı kavaklardan havaya ince bir koku yayılıyordu. Nedense o
gün bana bu kavakları çamları çınarları hayatımda sanki ilk kez görüyormuşum
gibi geldi. Sabahın bu erken vaktinde sokaklarda serseri mayın gibi dolaşan
köpek çetelerinden başka bir şey olmaz. Galiba bu sessiz sabahları köpekleri
toprak kokusunu seviyorum. Ama bu kasabada yaşayan insanları ve onların küçük hesaplarını anlamıyorum. Ruhuma yabancı ve boğucu buluyorum. Şimdi
söyleyin bana, büyük, ciddi ve herkese gerekli bir işin yapıldığı bir yerlere gitmek istemekte kötü olan ne var, he?”
“Yaşamak için ne kadarını bilmen gerekiyorsa o kadarını bil
yeter. Fazlasını bileceksin de ne olacak”.
“Sana gelince oğlum, ailemizde hatta köyümüzde okuyan tek
kişi sensin. Dışarılara gittin
yabancı diller öğrendin. Lakin sonunda dönüp dolaşıp, gelip buraya yerleştin. Bu tarlalardan
bayırlardan kurtulmak için okumadın mı sen? Bütün bu bilgiler ne işe yarıyor anlamadım gitti”.
yabancı diller öğrendin. Lakin sonunda dönüp dolaşıp, gelip buraya yerleştin. Bu tarlalardan
bayırlardan kurtulmak için okumadın mı sen? Bütün bu bilgiler ne işe yarıyor anlamadım gitti”.
Yukarıdaki cümleyi Nuri Bilge Ceylan’ın babası Emin
Ceylan’ın oynadığı karakter, büyük oğluna söylüyor. Emin Ceylan’ı bu filmde çok
tanıyamadım, seslendirmeden ötürü de kendisine yaklaşamadım fakat Mayıs
Sıkıntısı’nda hayran oldum ve hayatı hakkında bir şeyler okudum. Kendisinin
gerçekte yaşadıklarını büyük oğlan karakteri filmde bizzat anlatıyor.
“Ama işte ölmek de istemiyorum. Allah izin verirse 20 yıl
daha yaşamak istiyorum”.
Onun dışında büyükanneyi annesi Fatma Ceylan, Saffet’i yeğeni Mehmet Emin Toprak canlandırıyor. Mehmet Emin Toprak Uzak filmiyle Cannes Film Festivali en iyi erkek oyuncu ödülünü Muzaffer Özdemir ile paylaşmış, ne yazık ki kısa bir süre sora hayatını kaybetmiş. Rahmetle analım.
Onun dışında büyükanneyi annesi Fatma Ceylan, Saffet’i yeğeni Mehmet Emin Toprak canlandırıyor. Mehmet Emin Toprak Uzak filmiyle Cannes Film Festivali en iyi erkek oyuncu ödülünü Muzaffer Özdemir ile paylaşmış, ne yazık ki kısa bir süre sora hayatını kaybetmiş. Rahmetle analım.
Sesler felaket, seslendirme berbat. Bütçe düşüklüğünden
ötürü çok kalitesiz, çocukları yetişkinlerin seslendirdiği, görüntüyle dublajın
zaman zaman tutmadığı; şivesiz, alakasız bir seslendirme.
Ayrıca bolca keçi melemesi, kuş cıvıltısı, sinek vızıltısı,
gök gürültüsü, çakal uluması, ağaç hışırtısı vs. vs. duyuyoruz, şahsen rahatsız
edici bir boyutta ve çok sıkıcı.
“Hindistan ne tarafta, Yenice tarafında mı?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder