6 Aralık 2012 Perşembe

MOONRISE KINGDOM (2012)


Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi. Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.


Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.

Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar. Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman (98’liler!!).


Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları için böyle seçilmiş olabilirler.

Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği.. Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara kaşını kara gözünü yerim yer!

Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı, baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.

Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine anlıyorum.

İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.


Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.

Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.

Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana. 

Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış. Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.


                                      

Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour:



"-No, thanks". + "Yes thanks"
NeFilm puanı: 7.5/10

Moonrise Kingdom (2012) on IMDb

29 Kasım 2012 Perşembe

YAĞMUR DURDUĞUNDA


Merhaba sinemanın yanı sıra hayatında tiyatroya da yer veren blog okurları!
Bir değişiklik yapıp bu kez sizlere bir tiyatro oyunundan bahsetmek istedim.
İyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu söyleyebilirim. "Yağmur Durduğunda" iyi bir oyun, bunu da söyleyebilirim.

“Belki de insanın söyleyecek birşeyinin kalmaması, söyleyecek birçok şeyi olduğunu söylemenin bir başka yoludur”.


“Yağmur Durduğunda” Devlet Tiyatroları'nın bu sezon sahnelenmeye başlamış bir oyunu. Hakan Çimenser yönetmiş, oyun yazarı ve senarist Andrew Bovell, 2008 yılında yazmış.

Çok kısaca konusu: 'bir aile içinde yapılmış geri dönülemez bir hatanın kuşaklar boyu süren etkisi' olarak ifade edilebilir.
Kadın-erkek ilişkileri, baba-oğul ilişkileri, birbirlerinin hayatları üzerindeki etkileri ve bunlardan bahsederken aile, aşk, bağlılık, iyilik, kötülük, ölüm, pedofili gibi konularla ilgilenen bir oyun. Bu sırada, farklı zamanlarda, farklı yerlerde, farklı kişilerce anlatılan hikayeleri ve yaşananları izliyoruz. Ve o sırada bir taraftan da dünyanın o dönemdeki durumu hakkında yapılan konuşmalarla siyasal arkaplanı takip ediyoruz.
Oyunda geçen cümleler hafife alınacak cinsten değil. Biri üzerinde durup düşünmek isterken, diğer birini kaçırabilirsiniz.
"Yağmur Durduğunda"nın en iyi şeyi kurgusu.
Oyunun ilk dakikalarında yerine koyamadığımız parçalar zamanla yerine oturuyor, biz de bir yandan çözmeye çalışıyoruz. Sonlara doğru zamanın açığa çıkardığı sebep-sonuç ilişkisiyle taşlar yerine oturuyor ve herşey anlamlanıyor.
Bu nedenle konusundan tam olarak bahsetmek istemiyorum ki, izledikçe anlaşılmasındaki o keyif yok olmasın. 

Kuşaktan kuşağa benzer kaderi yaşayan, o kaderden kurtulamayan yaşamlar da izledik. Bu fikir bana biraz Yüzyıllık Yalnızlık’ı anımsattı.


Şunu da belirtmek zorundayım; oyun sırasında ister istemez hissettiğimiz empati sonrasında resmen ağırlaştık. Yorulduk, canımız sıkıldı. Keyifli bir gün geçirmek istiyorsanız, doğru bir seçim olmadığını söylemeliyim.

Tüm bunlar hissi çok iyi geçirmeyi başaran oyuncular sayesinde. Özellikle Ezgi Yentürk gerçekten çok başarılıydı, hemen bütün alkışlarım onun içindi.


Sevmediğim nokta, kimi oyuncuların fazla teatral tonlamalarıydı. 2012 yılında hala devam eden bu eski tip konuşma şeklinden artık kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğu kişi bu yapaylık yüzünden haklı olarak tiyatroya ısınamıyor.

Sahne kullanımı da ilginç ve başarılıydı.


Bu da ara ara çalan, Bob Dylan'dan 'The Man In Me' : http://www.youtube.com/watch?v=Wu22rbncP5s

Dram seviyorsanız, insan hikayelerini seviyorsanız, kaliteli zaman geçirmek istiyorsanız gitmenizi öneririm.
Bakarsınız gökten bir de balık düşüverir!

Daha detaylı bilgi için tık tık.

NeTiyatro puanı: 8/10

24 Kasım 2012 Cumartesi

ROMANCE & CIGARETTES (2005)


AŞK VE SİGARA


“İki şey... Bir adamın yapabiliyor olması gereken iki şey var. Romantik olmak ve geberene kadar sigara içmek”.

Bir fahişeyle şehvet dolu bir ilişkinin kucağına düşen orta yaşlı tosun aile babası Nick, neyse ki ölmeden bu söylediklerini dibine kadar yapma şerefine nail oluyor.


Uzun süre sonra yazdığım ilk yazı, Romance & Cigarettes. Öncelikle gerçekten çok özlediğimi söylemek istiyorum.

Romance & Cigarettes’in nasıl bir film olduğu adından belli diyebiliriz ama, böyle bir film beklemiyordum, en azından beni bu kadar yakalamasını beklemiyordum.
Mükemmel bir film olduğunu söyleyemeyiz ama kendine has, benzersiz bir stili var.
Senaryosunu yazan ve yöneten, Coen Kardeşler’in favori oyuncularından, benim de çok sevdiğim John Turturro. Yürütücü yapımcılığı da Coen’ler üstlenmişler.
Müzikal dediğin bence böyle olmalı. Müziğin girdiği her sahne mi bu kadar iyi, bu kadar eğlenceli ve yerinde olur. Gerçekten çok beğendim!
Ve inanılmaz güzel şarkılar var. İnanılmaz.
IMDb’deki “down and dirty” tabiri hoşuma gitmedi. Yine de siz –kesinlikle- annenizin babanızın yanında izlemeyin.

Konusu, kısaca:
Kitty, (Susan Sarandon), kocasının bir kadına yazdığı edepsiz bir not bulur, ve adama tekmeyi basar. Metresi bulmakta ona yardımcı olması için kuzeni Bo’yu (Christopher Walken) çağırır.
Adam (James Gandolfini), kırmızı saçlı ateşli fahişeye (Tula) meftun, bu uğurda koşa koşa sünnet bile olmuştur; peki sizce sadık, güvenilir, aynı zamanda bir arkadaş, bir dost olan eski karısına mı dönmek isteyecek; yoksa arzulu, tutkulu, şehvet dolu bu ilişkiyi mi tercih edecek? Cevabı sanırım biliyoruz.


Şu hayatta ne yazık ki, “erkeklerin hayranlıkla baktığı, beraber olana kadar yapamayacağı hiçbir şey olmadığı, elde ettikten sonra kendilerince uyanıp güvenli limanlarına geri döndükleri kadın olmak" diye bir gerçek var. Bu filmde o kadın, Tula (Kate Winslet). Filmi sadece Tula açısından izleyip, başta gülmek, sonrasında ince ince ağlamak mümkün.
Bütün erkekler ‘Tula gibi kadın isterim’ palavraları sıkar, ama gerçek Kitty’dir. Herkes tutkulu bir ilişki ister ve lanet olası belirsizliği herkes sever. Bir şeyi elde ettikten sonra arzulamaya devam etmekse zaten, arzunun temel prensibine aykırı. Uzun vadede herkes kendini güvenli kollara teslim etmek ister.
Burada evlilik kurumu söz konusu olduğu için tarafımız tabii ki belli.
Ve Kitty’nin tutumunu çok sevdim, çok hak verdim.


Tula: Geleceğimiz ne olacak?
Nick: Ölene kadar çalışmak zor iş.

Tula harika, Tula şahane!
Kate Winslet değil.
Kate Winslet fahişe rolünde bile kontrollü. Bana mı öyle geliyor? Ablacım biraz bırak, dağınık kalsın.
Eveet, ALTI kez Oscar’a aday olmuş, bir kez de kazanmış bir oyuncuya ayarımızı da verdik!!
Yok vazgeçmeyeceğim, gerçekten beğenmedim. Ya da belki o kadar asil bir tipi var ki, ben fahişeye adapte edememişimdir, bu benim hatamdır. Bilmiyorum. Sanki Titanik’ten sağ kurtulan Rose’u allayıp pullamışlar, açmış saçmışlar.


 

Yalnız, Kate su altında bildiğin şarkı söylüyor.



Bu arada, kızıllar %20 daha fazla hissediyormuş beyler.

Nick üzerinden, erkeklerin doğasından, aldatma iç güdülerinden bahsediliyor.
Çapkınlık Nick’in kanında var. Dedesi annesine bile asılmış.
Bir papaz bile yolda yürüken Kitty’e laf atıyor.

Hastaneden çıktığında bıyıklarını kesmiş bir Nick gördüğümüzde, ondaki değişimi ve verdiği yeni kararları anlıyoruz.

“Annenize erkeklerin yosun, kadınların meşe ağacı olduklarını söyleyin”.



                   
Verilen tepkiler, insanların davranışları, tavırları bana bir çok şeyi hatırlattı. Bu yüzden filmi, karakterleri, davranışlarını ve geçen tüm konuşmaları çok sıcak buldum.
Kızlardaki hafif karikatüre kaçma durumu dışında da oldukça doğallar. Mükemmel değiller.
Karısını aldattığı ortaya çıkınca Nick’in inkar edişi (=Cem Yılmaz’ın aldattığını inkar eden erkek taklidi), Kitty’nin ikinci kadını pataklamak isteği, kiliseye gitmeye başlaması, sonunda yirmi beş yılın ardından günah çıkaran Nick, Tula’nın sonlardaki bütün hali tavrı, Kitty onunla konuşsun diye aslan kesilip kavgaya karışan Nick, psikolojik destek alan kızlarındaki samimiyet, kendini Fryburg’e kaptırmış Baby, anne – kız ilişkileri, garip komşular.. hepsi çok samimi.
Kafalarından geçenlerin, hayallerin sahne içinde gerçekleşmesini de çok sevdim.

Çok fazla değinilen bir nokta, ilk aşk. İlk aşkın güzelliği, ancak insanı aldatıcı, çabuk kararlar verdiren gerçeküstü havası sürekli vurgulanıyor.
Kitty’nin mükemmel ilk aşkına dönebileceği endişesi sürekli Nick’in kabuslarında.
Baby ise ilk aşkı Fryburg konusunda annesinin telkinlerinden etkileniyor.
Belki de Kitty savaşa giden ilk aşkını bir süre yalnız kaldığı ve aklı Nick tarafından çelindiği için terk etmeseydi, böyle olmazdı. Kitty de Nick de böyle olmayabileceğinin farkında.

Bir de uçak metaforu var. Yirmi yıldır eski eşini hala seven ve bekleyen Fryburg’in annesi, Fryburg’e babasının geleceğini söylediğinde, bir uçak geçtiğini görüyoruz. Kate Winslet kontrollü gelirken, yine uçak geçiyor. Baby babasına evleneceğini söylerken, uçak görüyoruz. Filmin sonlarında yine gün batımında bir uçak geçiyor.
Uçak, hayatlarındaki sıkışmışlığı ifade ediyor diye düşünüyorum. O mahallede sıkışmışlıklarını. Evlenmelerini, evlenememelerini, yıllar sonra hala seviyor olmalarını, tek düze yaşamlarını. Sıkıcı hayatları içindeki basit heyecanlarını. Ne olursa olsun, orada kalışlarını.


Ve beni gülme krizine sokan sahne:
Kitty eve döndüğünde Baby ve Fryburg’un -ondan habersiz- nişanlarında bulur kendini ve der ki: “You two must think I'm the cucumber in the gardener's ass” (siz beni başçavuşun eşeği sanmış olmalısınız diye kibarca çeviriyorum :).




 En güzel şeylerden biri: dans eden Christopher Walken.
“My my my Delilah, why why why Delilah?”


 Gerçek sevgi, onu sadece o istedi diye korkutmaktır.


NeFilm puanı: 7.5/10

12 Ağustos 2012 Pazar

DRIVE (2011)


Filmlerin tehlikeli kovalamaca sahnelerinde dublörlük yapıp, geceleri hırsızlara araba sürerek hayatını kazanan, bir yandan yarışlara katılma planları yapan, coolluktan adını bile öğrenemediğimiz yalnız yaşayan bir adamın (Ryan Gosling), oğluyla yaşayan genç bir kadınla (Carey Mulligan) tanışmasıyla başlayan bir hikayesi var Drive’ın. Arkadaşlıklarının başlamasından kısa bir süre sonra, kadının hapisten çıkan kocasının belasına ‘cool adam’ da ortak oluyor.
Kısaca: Adamımızın hayatının dublörlük yaptığı film senaryolarına dönüşmesini izliyoruz. Gerçek dünyada gerçek bir kahramanın hikayesi.
Biraz daha uzunca: Adamımızın hayatının –tehlikeli de olsa- sürüp giden tekdüzeliğinde bu kadın ve çocuğun ona hayatta var olduğunu bile unuttuğu duyguların, masumiyetin, sadakatin, bağlılığın, ailenin, sorumluluğun, sevginin belki de hala var olduğunu fark edişini ve tüm bunlar için yaptığı fedakarlıkları izliyoruz.


Yukarıda anlattıklarım filmde yapılmak istenen şey olmuş .Kimilerine göre çok iyi yapılmış. Benim de içinde bulunduğum kimilerine göreyse, bir Elif Şafak romanı kadar yapay bir film. Farklılığı severim ama birşey farklı olsun diye extra gayret sarf edildiği belliyse anında soğurum doğal olarak.
Drive öncelikle, atmosferi değişik bir film. Bunun için özellikle çok çabalanmış.
Cool oyuncular, planlar.. ağır kamera hareketleri.
Ne tam sanat filmi olsun, ne tam gişe denmiş belli ki.
Natüralizmden ödün vermemek için konuşmayan tepki vermeyen karakterler...
70’lerin otoyol filmlerini andıran bir havası var. Eski sesler, eski stil müzikler...
Yönetmen Nicolas Winding Refn, bu filmiyle Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazanmış. Filmin Altın palmiye adaylığı da bulunuyor.
Bir yönetmen filmi. Yönetmenin gövde gösterisi gibi. 
Ancak sanki bir film çekmemiş, çekmeye çalışmış. Filmde alenen deneysel bir yapaylık var.
Yönetmenin ardındansa müzik geliyor. Öyle ki sanki senaryoda yansıtılamamış birşeylerin boşluğunu şarkılar dolduruyor.
Şarkılar gerçekten çok iyi.
Mesela;

Doğrusu film zamanı ilerletiyor.
Açılış sekansı, ışıklı havalı Los Angeles gecesinde etkileyici sürüş bizi havaya sokuyor ama temponun düşüşüyle ve yapaylığın artışıyla bu havadan koparılıyoruz.
‘Şiddetin sakin bir bünyede gizlenmesi’, ‘vahşet de içimizde, merhamet de’ türü bir tema 2012 yılında hiç de zorlamayla “vay be!” dedirtebilecek bir durum değil. ‘Onu seviyorum ama gerekeni yapıyorum’sa hiç değil. Ama yönetmen ve senarist bizden bunu bekliyor gibi.
Belki bizim düşünmemiz çözmemiz gereken alt metin üstte bağırıyor. Herşey tamam; aslında en önemli unsur olan sürücünün kadına neden bu kadar aşık olduğunu göremiyoruz. Nedir yani. Bunun izleyiciye bırakılması niyetinden değil, anlatıcının yeteneksizliğinden ileri geldiğini düşünüyorum.
Konusunu benzettiğimden değil ama yapılmak isteneni çağrıştırdığından: bir Taxi Driver bir daha kolay kolay gelmez. 
Ryan Gosling iyi bir oyuncu ama bana göre şu son dönemde abartıldığı kadar değil. Kayıtsız kalamadığım bir zibidi karizması var herifte, fazlasıyla. An Education’dan beridir sevemediğim Carey Mulligan’a da kanım kaynamadı gitti. Karakter de sevdirmiyor hani. Masum görünümlü Chucky sanki. Annesi, “göster ama elletme” diye tembih etmiş galiba zilliye.


Son olarak Drive, bittiğinde bitmeyen bir film. En azından öyle olması istenmiş. Sonunda bir klişe bekleyen zaten yoktu. Tüm bunların yapışına başlıca bir “neden” sorusu ve bir çok soru işaretiyse düşünülmeyi bekliyor.
Haksızlık mı ediyorum, zamanla benim için anlamlanır mı diye düşündüm bunları yazarken. Anlaşılacağı gibi memnuniyetsizliğim anlatılmak istenenden değil, bu gerçeküstü kalmış yapaylıktan ötürü. Beğenmedim değil, kesmedi diyeyim.
Önerir miyim? Hayır, ama siz yine de izleyin.
Bir de şunu dinleyin:


NeFilm puanı: 6.5/10

3 Haziran 2012 Pazar

BELLE EPOQUE (1992)


THE AGE OF BEAUTY

GÜZELLİK ÇAĞI


Güzellik Çağı, 19. yy sonları, 20. yy başları savaş öncesi yıllarında, Avrupa’da güzelliğin, kadın güzelliğinin, kadın figürlerinin öne çıkarıldığı; modernizmin, özgürlükçülüğün, sanatın, deneyselciliğin doruk yaptığı, saadet devriymiş, bir nevi bizdeki Lale Devri.

Film, askeri birliğinden firar eden pasifist bir askerin, bir takım olayların sürükleyişiyle yaşlı bir adamla dost olup ve onun çiftliğine misafir olmasıyla başlıyor. Bir süre kaldıktan sonra, yaşlı adamın birbirinden afet kızlarının da eve gelişiyle evden ayrılamaz hale geliyor.

Ailenin, Fernando’nun, evde yaşananların anlatıldığı filminin arkaplanında, Avrupa’nın o dönemi hakkında fikir sahibi oluyoruz. İspanya’da monarşinin bitmesini, ruhban sınıfının artık çökmesini isteyen, cumhuriyeti bekleyen bir halk var. Siyasetin, antimilitarizmin yanında Hristiyanlık, eşcinsellik, anne-oğul, baba-kız ilişkileri ve hatta gelin-kaynana ilişkisi, yalnızlık, evlilik, aşk, cinsellik konularında da fikir beyan ederek neredeyse değinmedik konu bırakmıyor ve böylece Oscar kapısını açıyor Belle Epoque.

Belle Epoque, bana göre en çok, hiçbir konuda ayrım gözetmeyen bir cinsel özgürlük filmi. Cinselliğe çok özgün bir yaklaşımı var. Kadın erkek, homoseksüel heteroseksüel, genç yaşlı, bu konuda herkes aynı şekilde yer buluyor. Babayı biraz üzdüğü belli olan eşcinsel kızına annenin yaklaşımına bayıldım örneğin.
Baba, kızlarının cinselliği konusuna yemek yemelerinden bahseder gibi bahsediyor. Öyle ki, opera sanatçısı karısı turneden menajer aşığıya döndüğünde sevincinden havaya uçuyor, hatta sonrasında adamla sen mi boynuzlanıyorsun ben mi geyiği bile yapıyorlar.
Ve tabii evlilik kurumunda da ciddiyetle yaklaşılmıyor. Anneleri trene yetişsin diye bir öpücükle evlenmiş sayılabilecek kadar önemsiz onlar için.

İspanyol kadınlarının rahatça açığa vurdukları tutkularını başta eğlenceli bulduysam da, ilerledikçe bu devamlı uçkur derdindeki hallerinden sıkılmaya başlıyorum. Alışılmışın aksine öyle aşk aptalı kızlar yok bu filmde, tersine, erkekler daha çok aşk arıyor, kızlar uçkur derdinde diyebiliriz. Ben bu kadar uçkur derdinde kızı aynı evde bir arada görmedim arkadaş (desem yalan olur ehuehue).
Fernando yakışıklı, yemek yapamayan bu tiplere şahane yemekler yapan, kibar, anlayışlı, yardımsever, ideal erkek tiplemesi. Güven suistimal etmiyor. Bu halinden ötürü resmen evin damızlık erkeği muamelesi görüyor. Sırayla eşcinsel olan dahil bütün kızların elinden geçiyor. Böylece damızlık Fernando, eve iyice yerleşiyor. Ve hepsine aşık oluyor, evlenmeyi düşünüyor.


Uykusunda bile “Violetta’yı seviyorum, Rocio’yla evlenmek istiyorum, Clara…” diye sayıklıyor çocukcağız. Evlenmek için bu kadar can atan erkek zaten anca güzellik çağında olur. Bir daha da görülmemiştir böylesi.


Kızlarsa oralı değiller. Evlenelim diye can atan tipik kızlardan değiller. Yalnızca en küçükleri Luz (Penelope Cruz) bu nimetten faydalanamıyor ve Fernando’ya aşık oluyor, onu fark etmediği için bozuluyor.

Bir an için Küçük Kadınlar’a benzetecek oldum ama, onlar ne kadar masumsa bunlar o kadar oyunbazlar. Filmin bir hoşlanmadığım yanı da bu. Kadınların sadece oyunbaz, düzenbaz, planlar yapan, şehvet düşkünü olarak gösterildikleri filmlerden yalnızca biri. Böyle grileri içermeyen, kadın ya çok erdemlidir ya da böyledir şeklinde keskin şekilde ayrılan hiçbir fikirden, üründen hoşlanmıyorum.
İçlerinden tek ayrılan, Luz. Onlar gibi olmak istemiyor. O farklı. Onun için duygular önemli.

Söz Penelope’ye gelmişken, onun filmdeki halini gördükten sonra, evrime tamamen inanır oldum. İki parmak kaşlarıya, örgü saçlarıyla çirkinleştirilmek istense de bu kadar değişim bence fazla. Sanırım insanlar güzelleşmemeli demek üzereyim. Şaka şaka, lokum gibi Javier'i kapsan da hastanız Penny :(


Son olarak, film ne yazık ki, bir pembe dizinin uzun ve güzel bir bölümü gibi. Özellikle başlarda, sanki yönetmen “-motor!” demiş ve onlar ifadeyi hemen takınmaya çalışmışlar gibi aşırı yapay bir havası var. Yapay mimikler, jestler, yutkunmalar, nefes almalar, gereksiz kaş göz hareketleri batıyor. Konu ilerledikçe en azından kendimizi hikayenin akışına bırakabiliyoruz.

Açıkçası En iyi yabancı film Oscar’ını almış olduğu için incelemeden geçmeyeyim dedim Belle Epoque’u. Önerir miyim? Pembe dizi severlere, evet.
Nefilm’ce filmin puanı: 6/10.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...