23 Nisan 2012 Pazartesi

BLUE VELVET (1986)



MAVİ KADİFE





David Lynch filmlerini çok severim.

Hepimizin çılgın “…… olsa ne olurdu” fikirleri vardır. Aklımızdan makul bir insanın yapmayacağı, inanılmaz düşünceler geçmiştir. Okulda törende, ortaya fırlayıp bağırmak, bağıra bağıra küfürler etmek gibi. Uluorta soyunmak, dans etmek gibi. Bayram ziyaretinde ahiret soruları soran teyzeyi yerinden kalkıp tokat manyağı yapmak gibi... arttıranın hayal gücüne kalmış :) Tabii burada çok hafif örneklerden bahsettim (aile blogumuz üst bilinçtedir). Bilinçaltının dehlizlerinde neyle karşı karşıya olduğunu kişinin kendisinin bilmesi bile ne yazık ki pek mümkün değildir. İşte David Lynch filmlerinde bunlara yer verir.

Stil olarak onu David Lynch yapan temel özellik, genelde filmlerinin gerçekten sapıp, mantığa uymayan noktalara girmesi, açıklaması üzerinde düşünüldükçe mümkün, zamanla giderek anlaşılır hale gelmesi ve hatta tekrar izlendiğinde yakalanacak detaylarla dolu olması. En derin arzuları tutkuları, en mahrem sırları yansıtması. Hayatın aslında nasıl olması gerektiği, nasıl olabileceği, nasıl olmasını istediğimiz gibi konularla ilgilenen filmler olması.

Blue Velvet, genç bir delikanlının dolaşırken bir kulak bulması ve tabii ki araştırmadan edememesi (Cem Yılmaz’ın dediği gibi kampın en alengirli yerlerine girmesi) ve sonrasında başına gelen olayları anlatan bir film diyelim, ama bu da çok yüzeysel kaldı film için.
Ben bir David Lynch filmi için sahne sahne “şurada adam şunu demek istedi”, “bu bunu yansıtıyordu” olayına girmek istemiyorum çünkü hem konular kısaca bahsedilecek basitlikte değil, hem de sayfamın asıl amacı, etkileyici sahne ve müzikleri sizlerle paylaşmak.

Şunu söylemeliyim ki, Blue Velvet ne yazık ki bir Mulholland Drive, bir Lost Highway tadı veremiyor. Ancak oldukça başarılı müziklere sahip.

Filmimiz, Amerikan rüyasına ait görüntülerle başlıyor. Bobby Vinton'un 60'lı yılların popüler olmuş, filme de adını vermiş güzel şarkısı Blue Velvet eşliğinde başlayan filme ait ilk sahnemiz abartılı ölçüde mutlu ve mükemmel bir Amerikan banliyösü görüntüleriyle başlıyor, tam David Lynch'lik şekilde sona eriyor.




Bu kez de filmdeki anne yansımamız, güzeller güzeli (Dorothy) Isabella Rossellini'den Blue Velvet:



İzleyen birçok kişinin aklında Dorothy eminim "Hit me!" deyişiyle kalmıştır.

Ve kahramanımızın çocukluğunu bize bağıran "In Dreams" (Candy Colored Clown), Roy Orbison tarafından seslendirilmiş. Dean Stockwell'in canlandırdığı karaktere de (Ben) ayrıca bayıldım.


Ama bana göre filmin en harika tipi Frank. Küfür bir insanın ağzına daha önce hiç bu kadar yakışmamış olabilir. Söylediği bazı şeyleri inanılmaz yaratıcı buldum ve karakter yapı olarak komik olmaktan uzak olsa da abartılmış halinden ötürü eğlenceliydi.




Defalarca kez söyledikleri gibi, "It's a strange world, isn't it"? 

17 Nisan 2012 Salı

THE APARTMENT (1960)

GARSONİYER


Dedikleri gibi, bir sinema ve senaryo dersi, The Apartment.
Nasıl tatlı bir film.. Nasıl abartmadan komik, nasıl çaktırmadan zeki..


Konusu kısaca şöyle diyelim: Dairesinde yalnız yaşayan bekar bir adam, C.C. Baxter, çalıştığı şirkette daha üst kademedeki kişilerin terfi ettirme vaatlerine karşılık dairesini çapkınlıkları için belli saatlerde onlara vermeye razı olur, zamanla işler karışır.

Jack Lemmon’ı, daha doğrusu C.C. Baxter’ı o kadar çok sevdim ki.. Uzun süredir bir karakteri bu kadar çok sevmemiştim. Ekrana girip sarılmak isteyişimden bahsediyorum J
Tenis raketiyle makarna süzen bir adamdan söz ediyorum burada. Yalnız buradan bir genel Jack Black karakteri aptallığı düşünülmesin. Sadece pratik, bekar bir adam. J


Film boyunca güldüm, sırıttım, kıkırdadım, kahkaha bile attım.. Daha ne olsun? J
Shirley MacLaine’in karakterinin mızmızlığı zaman zaman sıkıcı olduysa da biz kızlar aşık olduğumuzda böyle olabiliyoruz, hele de umutsuzsak ve kandırıldığımızın farkındaysak.


"C: -Kaç Erkeğe aşık oldunuz?
 F: - Üç." :))


Unutulamayacak repliklerle dolu. Hatta bana tanıdık gelen cümleler oldu, 1960’tan günümüze gelmiş.

“F: -Sorun nedir?
 C: -Ayna kırılmış.
 F: -Evet biliyorum. Böylesi hoşuma gidiyor. Bana kendimi hissettiğim gibi gösteriyor”.


 -“Evli bir adamla berabersen, rimel sürmeyeceksin”.



Sonu bize istediğimizi veriyor. Ancak gerçek hayatta pek böyle şeyler olmadığından, film benim gözümde gerçekçiliğini yitiriyor. Maalesef bu da romantik komedi olmanın şartı.

Yine de çok sevdim. Keyifle öneririm.

13 Nisan 2012 Cuma

THE REMAINS OF THE DAY (1993)


GÜNDEN KALANLAR


En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu dahil sekiz dalda Oscar'a aday olmuş, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere'sinde geçen çok naif bir aşk hikayesi The Remains Of The Day.
James Ivory, bizlere İngiliz kültürü hakkında çok detay içeren, kaliteli görüntülere sahip bir film sunmuş. Bu tip klasik havalı filmler izlemeyi özlemiştim. (O nasıl oluyor denirse, hafif karanlık, dekor ve görüntü genelde kahverengi tonlarında, diyaloglar biraz ağır ve fazla kibar şeklinde kendimce saçmasapan şekilde özetleyebilirim).


Bu bir aşk filmi değil. Ama aşk filminin bana göre hası. Değil ama öyle.
Yüzeysel bakarsak bir lordun malikanesindeki hizmetlilerin hayatından bir kesit sunan bir film. Biraz daha bakarsak İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiliz feodal yaşam tarzını hizmetliler vasıtasıyla anlatan bir film. Ama tüm bunlar aşk hikayemizin gölgesinde kalıyor. Aşk aşk dediğime bakmayın. Bu bir aşk filmi değil. Ve bu kesinlikle bir aşk filmi.

Ben filmin hiçbir şey söylemeden çok fazla şey anlatabilenini severim.
Aşk varsa, anlamak için ne gerek var ay ışığına, ne gerek var sağanak yağmur altında bağıra çağıra söylemeye ne gerek var kavga ederken aniden sarılmaya.
Filmler genelde hayattan o kadar kopuk ki, iyisini de kötüsünü de anlatsa o kadar şölen ki; kaptırdığın film bittiğinde geriye kalan soru şu: benimkinin neresi hayat?
Bilirsin ki Yüzüklerin Efendisi fantastik, Geleceğe Dönüş bilimkurgu. Gerçek hayatta geçen filmlerin yapaylığı şüphesiz çoğu izleyicinin “benim hayatım gibi olsa neden izleyeyim ki” düşüncesinden ötürü. Ama bu kadar tesadüf, bu kadar aşk beşgeni, film boyunca karman çorman olmuş herşeyin son dakikada düzelmesi tarzı numaralar, sarmıyor. Bu filmde bu saçmalıklara yer yok.

Ben oyunculukların bakışla herşeyi anlatabilenini severim.
Ki bu filmde harikalar yaratmış Anthony Hopkins ve Emma Thompson bunun kitabını yazabilecek durumdalar.








Mr. Stevens neden bu kadar kapalı kutu sorusunun cevabı, açık seçik şekilde babasında. Hasta yatağında bile işi düşünen, evladıyla sağlıklı bir iletişim kurmamış bir baba. Ölmek üzereyken hasta yatağında söyledikleri bile şu şekilde: “Annene olan aşkımı kaybettim. Bir zamanlar aşıktım. Onun devam ettiğini görünce içimdeki aşk söndü. İyi bir evlatsın. Seninle gurur duyuyorum. Umarım iyi bir baba olmuşumdur. Elimden geleni yaptım. (Burada Stevens belki de dayanamayıp, parmak ucuyla babasının eline dokunuyor). Aşağı insen iyi olur. (Yemeği kastediyor). Yoksa ne yapacaklarını tanrı bilir” diyor. Ve Stevens odadan çıkıyor. İlişkileri bu şekilde.
Bu terbiyeyi alarak yetişmiş Stevens’ın değil aşkını ifade etmesini, Sally’nin yüzüne bakmasını beklemek bile hata. Ancak son sahneye kadar bekliyorsunuz. 
Ms. Kenton’ın Stevens’a bakışlarında ise sessiz çığlık denen şey neymiş onu görüyorsunuz.



Son sahne stil olarak Selvi Boylum Al Yazmalım’ı hatırlattı gibi. Ah ah.





Söylenmemiş aşkların güzelliğine lanet olsun.

Şöyle de minik bir opera sahnemiz var, ben sevdim ve 'hanfendiyi' çok zarif buldum.. Ancak Hugh Grant'i daha önce hiç bu kadar şapşal gördüğümü hatırlamıyorum.






29 Mart 2012 Perşembe

THE SKIN I LIVE IN (2011)


LA PIEL QUE HABITO  

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ 


Hoşgeldiniz. Burası Almodovarland. Burada davranışların direksiyonu duygular. Burada gerçek hayatta olamadığı kadar etkili kadınlar var. Aşk artık gerçek olamaz denilecek kadar Mecnun kıvamında. Hikayeler girift, müzikler kaliteli.



Denebilir ki, bu bir intikamın hikayesi. Çılgınca bir küfür olmaktan öteye gidebileceğini hiç sanmadığımız türden bir intikam hikayesi. İntikamın böylesini Monte Cristo Kontu alamadı, o noktada.
Bense derim ki, bu daha çok, aşık bir adamın hikayesi. Bütün bunlar aşk için. Hepsi aşk için. Gen transferi dehası doktor, sert görünüşünün altında, çok aşık. Saf aşık raddesinde inanıyor. Daha önce de kandırılmış, affediyor. Sonra yine affediyor, yine kanıyor. Filmi tek başıma izlerken, sonlara doğru kendimi “hayır enayi, yapma saf” türünde söylenirken buldum.
Bir nokta var ki, o da bence filmdeki hemen herkes suçlu, ama hiçbiri bunlar olsun istemezdi. Ne Doktor Robert, ne Vera-Vicente, ne de hizmetçi-anne.. Hepsi lanet okunmayı hak ediyor, ama tam okuyacakken bir ‘yazık oldu’ fikri aklından geçiyor. Bu da usta Almodovar’ın stili ve başarısı.

Filmin hikayeyi işleyiş biçimi, tam yerinde geriye dönüşlü anlattığı konusu, kurgusu çok iyi. Ama sonunu beğenmediğimi söylemek zorundayım. Son sahne olmasa, bize daha fazla soru işareti kalacaktı, ayrı bir tat bırakacaktı diye düşünüyorum. Orası olmadı Pedro’cum.

İçimde büyüyen sevgi: Antonio Banderas, hakikaten Antonio Banderas’mış, bu filmde bunu anladım. Bugün Antonio Banderas’a aşığım. Yarını bilmem.


Sonra içimde kabaran bir nefret, o hain eski karısı Gal için. Gal’cim sen iyi misin? Sen bu doktoru bırak, o ayıyla kaç. Kaplan’mış, hıh.
Sonra içimde bir acıma, bir üzüntü, kızı için. Kırk yılın başında sosyalleşecekti ki, pişmiş tavuğun başına gelecek türden hadiseler cereyan etti.

İçinde Yaşadığım Deri, turuncuları, sarıları pembeleri görmeye alışık olduğumuz Almodovar’ın diğer filmlerine nazaran daha renksiz. Konusu da öyle. En iyi filmi olduğunu da söyleyemem. Bir ara deri görmekten içime fenalık geldi.

Bittiğinde ciddi ciddi oturdum, saf gibi düşündüm, Woody Allen’ı mı daha çok seviyorum, Almodovar’ı mı? Sonra dedim ki, herkese yetecek kadar sevgi var içimde. (The Love I Live In). Ama Woody, sen benim bir tanemsin.


Şu şarkıya gelirsek.. Yürek dağlasaymış?











24 Mart 2012 Cumartesi

BLUE VALENTİNE (2010)

AŞK VE KÜLLER


Adam gibi filme pek sık rastlanmıyor.
Kendi adıma söyleyecek olursam, yaklaşık olarak izlediğim beş filmden birini beğenir, on filmde bir cidden iyi bir filme rastlarım, belki de yirmi otuz filmden biri beni benden alır. İyi filmden kastım yalnız kalitesi değil, beni yeni bir düşünce şekliyle karşılaştırması, aklımda yeni bir resim, yeni bir sayfa açması ya da en basit ifadeyle içimi cız ettirmesi, çok içimde bir yere dokunması diyebilirim.
Son zamanlarda gerçekten yenilikçi filmler yapılıyor aşk hakkında. 2000’li yılların hakkı verilmeye başlandı. Titanic’tir, The Notebook’tur, Notting Hill’dir, sanırım o hikayeleri eskittik. Onların da tadı ayrıydı, dönemlerinin çok iyileriydiler, ancak şimdi pembe tabloları bırakıp; daha yüze tokat, daha gerçeği söyleyen hikayelere ihtiyaç var.
Blue Valentine iyi film. Konusunu anlatacak değilim. İzleyenlere sürpriz olsun. Afişinden aldığım izlenimle daha sıradan, romantik, klasik bir “aşkım sensiz yapamam” filmi bekliyordum. Ancak film bunun çok üzerinde. Michelle Williams’ı soğuk ve donuk bulsam da karakterde çok iyi. Ryan Gosling özellikle harika bir oyunculuk sergilemiş. Filmin kurgusu, hikayeyi ele alış şekli çok iyi.
Aşk nedir? Gerçekten aşk var mı? Nereye kadar aşk? Bunlardan hangisi aşk? Aşk yeterli mi? Aşk biter mi? Sonsuza kadar aşk mümkün mü? Hayata farklı pencerelerden bakarak sevmek mümkün mü? Birbirinden farklı iki insan, nereye kadar gidebilir? Farklılıkları fark etmemek mümkün mü? Evlilik aşkı sürdürür mü, öldürür mü? Gibi birçok soru soruyor film. Cevaplar, hikayenin içinde yer buluyor, ama bize de bunları düşünme payı bırakıyor.
Cindy ve Dean arasında geçen şu diyalog, ikilinin hayata bakış şekillerinin bir özeti gibi:
C: Tüm o potansiyelinle ne olacak?
D: Tüm o potansiyelimle neden para kazanayım ki?
C: Ben para kazanman gerektiğini söylemedim.
D: Potansiyel ne demek? Ne için potansiyel? Neye dönüştürceğim ki?
Hayata asılan bir insanla boşvermiş bir insan arasındaki diyaloğun bir noktadan sonra tıkanması kaçınılmaz.
Filmi izlerken, Dean’e aşık oldum, giderek daha fazla oldum ama, bittikten sonra, zaman geçtikçe gerçekleri fark ettim. Tıpkı Cindy gibi.
İnsan bazen Cindy, bazen Dean. Nedir, ne olmalıdır, seçimi tercihlerimize, hayatı nasıl yaşayacağımıza kalmış.

Bu şarkı da fazla iyi:


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...