12 Mayıs 2012 Cumartesi

TWO LOVERS (2008)


İKİ AŞIK





Başkasını gören gözlerde kendini bulmak mümkün müdür?
Mutluluğu kaybedeli çok olmuşsa umutlanmak yersiz midir?
O ağzını yediğim karizmatik Joaquin Phoenix ve tipik bir çok güzel oluşu dışında genelde oyunculuğundan hazzetmediğim Gwyneth Paltrow, sıradan romantik komedilerin kesmediği bizlere iyi bir aşk filmi sunmuşlar da haberimiz yokmuş. Güvendiğim bir arkadaşımın önerisi olmasaydı izler miydim bilmem. Çok boş bir anımda, canım çok sıkkın olsaydı belki. Ender olarak iyisine rastladığımızda fazla iyi bile olabilseler de, bu tip aşk filmlerine güvenimi yitireli çok oldu.. desem de dayanamam, izlerim, şaşırmayı beklerim. Şaşırdıkça da yazarım. Ancak Two Lovers için aşk filmi tanımlaması hem yanlış olur, hem de haksızlık.
Kısaca konusu: Leonard, nişanlısı tarafından terk edilmesiyle hayatı altüst olmuş, defalarca kez intihara kalkışmış, bipolar (bu biraz klişe olmaya başladıysa da) ailesiyle yaşayan bir adamdır. Güzel komşu Michelle’in gelişiyle içinde aşk ve tutku filizlenmeye başlar. Öte yandan, iş ilişkilerinin bulunduğu aile dostlarının hoş kızı Sandra da hikayeye dahil olur. Biz de yaklaşık iki saat boyunca ara bile vermek istemeksizin Leonard’ın hikayesine kendimizi kaptırırız.
Leonard’ın kişiliği üzerinde çalışıldığı çok belli olan, izledikçe onu sevdiren detaylar vardı; evde pek konuşmazken arkadaşlarının yanında bir eğlence canavarı haline gelmesi, genel sünepeliğini birden atıp, ani kararlar vermesi, çekingen olmasını beklerken ortaya fırlayıp dans etmekten kaçınmaması gibi. Hayatının ve odasının darmadağın haline bakmadan güzel kızı elde etme isteği, kendine çeki düzen veremese de hayatında düzen beklentisi gibi, fotoğraf çekmekteki arzusu gibi.
Eğlence canavarı Leonard için;


Aslında, Leonard’ın tek isteği mutlu olmak. Mutluluğu, insanları üzmekten çekinmeden, gözü kara bir arayışı var. Film bize diyor ki, mutluluk bizim aradığımız yerde değil, bizi bekleyen bir yerde. Orasının neresi olduğunu bulmak gerekiyor. Bunun için de farkında olmak, görmek, değer bilmek gerekiyor.
Hikaye şimdiye kadar anlattığım şekliyle normalin ötesinde görünmüyorsa da filmin hoş havası, New York atmosferi, görüntü kalitesi ve en önemlisi kişilerle bütünleşmiş oyunculukları çok iyi. Öyle ki, Leonard’mışçasına hissettiğim anlar oldu, sonunda ne yapacağımı merakla bekliyordum :) Bir Amerikan ailesini filmlerde görmeye alışık olduğum şekilde birbirlerinden bihaber ve umarsız değil de, birbirlerini düşünen, değer veren bir anne-baba figürü olarak görmeyi sevdim. Leonard’ın tutunma çabasını ve ailesinin onun artık mutlu olmasını bekleyişini sevdim. Selvi Boylum Al Yazmalım’sı finalini sevdim.



Mutluluğu yakınımızda bulabilelim umarım. (mutluluk içimizde!)
Nefilm’ce filmin puanı: 6.5/10

23 Nisan 2012 Pazartesi

BLUE VELVET (1986)



MAVİ KADİFE





David Lynch filmlerini çok severim.

Hepimizin çılgın “…… olsa ne olurdu” fikirleri vardır. Aklımızdan makul bir insanın yapmayacağı, inanılmaz düşünceler geçmiştir. Okulda törende, ortaya fırlayıp bağırmak, bağıra bağıra küfürler etmek gibi. Uluorta soyunmak, dans etmek gibi. Bayram ziyaretinde ahiret soruları soran teyzeyi yerinden kalkıp tokat manyağı yapmak gibi... arttıranın hayal gücüne kalmış :) Tabii burada çok hafif örneklerden bahsettim (aile blogumuz üst bilinçtedir). Bilinçaltının dehlizlerinde neyle karşı karşıya olduğunu kişinin kendisinin bilmesi bile ne yazık ki pek mümkün değildir. İşte David Lynch filmlerinde bunlara yer verir.

Stil olarak onu David Lynch yapan temel özellik, genelde filmlerinin gerçekten sapıp, mantığa uymayan noktalara girmesi, açıklaması üzerinde düşünüldükçe mümkün, zamanla giderek anlaşılır hale gelmesi ve hatta tekrar izlendiğinde yakalanacak detaylarla dolu olması. En derin arzuları tutkuları, en mahrem sırları yansıtması. Hayatın aslında nasıl olması gerektiği, nasıl olabileceği, nasıl olmasını istediğimiz gibi konularla ilgilenen filmler olması.

Blue Velvet, genç bir delikanlının dolaşırken bir kulak bulması ve tabii ki araştırmadan edememesi (Cem Yılmaz’ın dediği gibi kampın en alengirli yerlerine girmesi) ve sonrasında başına gelen olayları anlatan bir film diyelim, ama bu da çok yüzeysel kaldı film için.
Ben bir David Lynch filmi için sahne sahne “şurada adam şunu demek istedi”, “bu bunu yansıtıyordu” olayına girmek istemiyorum çünkü hem konular kısaca bahsedilecek basitlikte değil, hem de sayfamın asıl amacı, etkileyici sahne ve müzikleri sizlerle paylaşmak.

Şunu söylemeliyim ki, Blue Velvet ne yazık ki bir Mulholland Drive, bir Lost Highway tadı veremiyor. Ancak oldukça başarılı müziklere sahip.

Filmimiz, Amerikan rüyasına ait görüntülerle başlıyor. Bobby Vinton'un 60'lı yılların popüler olmuş, filme de adını vermiş güzel şarkısı Blue Velvet eşliğinde başlayan filme ait ilk sahnemiz abartılı ölçüde mutlu ve mükemmel bir Amerikan banliyösü görüntüleriyle başlıyor, tam David Lynch'lik şekilde sona eriyor.




Bu kez de filmdeki anne yansımamız, güzeller güzeli (Dorothy) Isabella Rossellini'den Blue Velvet:



İzleyen birçok kişinin aklında Dorothy eminim "Hit me!" deyişiyle kalmıştır.

Ve kahramanımızın çocukluğunu bize bağıran "In Dreams" (Candy Colored Clown), Roy Orbison tarafından seslendirilmiş. Dean Stockwell'in canlandırdığı karaktere de (Ben) ayrıca bayıldım.


Ama bana göre filmin en harika tipi Frank. Küfür bir insanın ağzına daha önce hiç bu kadar yakışmamış olabilir. Söylediği bazı şeyleri inanılmaz yaratıcı buldum ve karakter yapı olarak komik olmaktan uzak olsa da abartılmış halinden ötürü eğlenceliydi.




Defalarca kez söyledikleri gibi, "It's a strange world, isn't it"? 

17 Nisan 2012 Salı

THE APARTMENT (1960)

GARSONİYER


Dedikleri gibi, bir sinema ve senaryo dersi, The Apartment.
Nasıl tatlı bir film.. Nasıl abartmadan komik, nasıl çaktırmadan zeki..


Konusu kısaca şöyle diyelim: Dairesinde yalnız yaşayan bekar bir adam, C.C. Baxter, çalıştığı şirkette daha üst kademedeki kişilerin terfi ettirme vaatlerine karşılık dairesini çapkınlıkları için belli saatlerde onlara vermeye razı olur, zamanla işler karışır.

Jack Lemmon’ı, daha doğrusu C.C. Baxter’ı o kadar çok sevdim ki.. Uzun süredir bir karakteri bu kadar çok sevmemiştim. Ekrana girip sarılmak isteyişimden bahsediyorum J
Tenis raketiyle makarna süzen bir adamdan söz ediyorum burada. Yalnız buradan bir genel Jack Black karakteri aptallığı düşünülmesin. Sadece pratik, bekar bir adam. J


Film boyunca güldüm, sırıttım, kıkırdadım, kahkaha bile attım.. Daha ne olsun? J
Shirley MacLaine’in karakterinin mızmızlığı zaman zaman sıkıcı olduysa da biz kızlar aşık olduğumuzda böyle olabiliyoruz, hele de umutsuzsak ve kandırıldığımızın farkındaysak.


"C: -Kaç Erkeğe aşık oldunuz?
 F: - Üç." :))


Unutulamayacak repliklerle dolu. Hatta bana tanıdık gelen cümleler oldu, 1960’tan günümüze gelmiş.

“F: -Sorun nedir?
 C: -Ayna kırılmış.
 F: -Evet biliyorum. Böylesi hoşuma gidiyor. Bana kendimi hissettiğim gibi gösteriyor”.


 -“Evli bir adamla berabersen, rimel sürmeyeceksin”.



Sonu bize istediğimizi veriyor. Ancak gerçek hayatta pek böyle şeyler olmadığından, film benim gözümde gerçekçiliğini yitiriyor. Maalesef bu da romantik komedi olmanın şartı.

Yine de çok sevdim. Keyifle öneririm.

13 Nisan 2012 Cuma

THE REMAINS OF THE DAY (1993)


GÜNDEN KALANLAR


En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu dahil sekiz dalda Oscar'a aday olmuş, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere'sinde geçen çok naif bir aşk hikayesi The Remains Of The Day.
James Ivory, bizlere İngiliz kültürü hakkında çok detay içeren, kaliteli görüntülere sahip bir film sunmuş. Bu tip klasik havalı filmler izlemeyi özlemiştim. (O nasıl oluyor denirse, hafif karanlık, dekor ve görüntü genelde kahverengi tonlarında, diyaloglar biraz ağır ve fazla kibar şeklinde kendimce saçmasapan şekilde özetleyebilirim).


Bu bir aşk filmi değil. Ama aşk filminin bana göre hası. Değil ama öyle.
Yüzeysel bakarsak bir lordun malikanesindeki hizmetlilerin hayatından bir kesit sunan bir film. Biraz daha bakarsak İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiliz feodal yaşam tarzını hizmetliler vasıtasıyla anlatan bir film. Ama tüm bunlar aşk hikayemizin gölgesinde kalıyor. Aşk aşk dediğime bakmayın. Bu bir aşk filmi değil. Ve bu kesinlikle bir aşk filmi.

Ben filmin hiçbir şey söylemeden çok fazla şey anlatabilenini severim.
Aşk varsa, anlamak için ne gerek var ay ışığına, ne gerek var sağanak yağmur altında bağıra çağıra söylemeye ne gerek var kavga ederken aniden sarılmaya.
Filmler genelde hayattan o kadar kopuk ki, iyisini de kötüsünü de anlatsa o kadar şölen ki; kaptırdığın film bittiğinde geriye kalan soru şu: benimkinin neresi hayat?
Bilirsin ki Yüzüklerin Efendisi fantastik, Geleceğe Dönüş bilimkurgu. Gerçek hayatta geçen filmlerin yapaylığı şüphesiz çoğu izleyicinin “benim hayatım gibi olsa neden izleyeyim ki” düşüncesinden ötürü. Ama bu kadar tesadüf, bu kadar aşk beşgeni, film boyunca karman çorman olmuş herşeyin son dakikada düzelmesi tarzı numaralar, sarmıyor. Bu filmde bu saçmalıklara yer yok.

Ben oyunculukların bakışla herşeyi anlatabilenini severim.
Ki bu filmde harikalar yaratmış Anthony Hopkins ve Emma Thompson bunun kitabını yazabilecek durumdalar.








Mr. Stevens neden bu kadar kapalı kutu sorusunun cevabı, açık seçik şekilde babasında. Hasta yatağında bile işi düşünen, evladıyla sağlıklı bir iletişim kurmamış bir baba. Ölmek üzereyken hasta yatağında söyledikleri bile şu şekilde: “Annene olan aşkımı kaybettim. Bir zamanlar aşıktım. Onun devam ettiğini görünce içimdeki aşk söndü. İyi bir evlatsın. Seninle gurur duyuyorum. Umarım iyi bir baba olmuşumdur. Elimden geleni yaptım. (Burada Stevens belki de dayanamayıp, parmak ucuyla babasının eline dokunuyor). Aşağı insen iyi olur. (Yemeği kastediyor). Yoksa ne yapacaklarını tanrı bilir” diyor. Ve Stevens odadan çıkıyor. İlişkileri bu şekilde.
Bu terbiyeyi alarak yetişmiş Stevens’ın değil aşkını ifade etmesini, Sally’nin yüzüne bakmasını beklemek bile hata. Ancak son sahneye kadar bekliyorsunuz. 
Ms. Kenton’ın Stevens’a bakışlarında ise sessiz çığlık denen şey neymiş onu görüyorsunuz.



Son sahne stil olarak Selvi Boylum Al Yazmalım’ı hatırlattı gibi. Ah ah.





Söylenmemiş aşkların güzelliğine lanet olsun.

Şöyle de minik bir opera sahnemiz var, ben sevdim ve 'hanfendiyi' çok zarif buldum.. Ancak Hugh Grant'i daha önce hiç bu kadar şapşal gördüğümü hatırlamıyorum.






29 Mart 2012 Perşembe

THE SKIN I LIVE IN (2011)


LA PIEL QUE HABITO  

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ 


Hoşgeldiniz. Burası Almodovarland. Burada davranışların direksiyonu duygular. Burada gerçek hayatta olamadığı kadar etkili kadınlar var. Aşk artık gerçek olamaz denilecek kadar Mecnun kıvamında. Hikayeler girift, müzikler kaliteli.



Denebilir ki, bu bir intikamın hikayesi. Çılgınca bir küfür olmaktan öteye gidebileceğini hiç sanmadığımız türden bir intikam hikayesi. İntikamın böylesini Monte Cristo Kontu alamadı, o noktada.
Bense derim ki, bu daha çok, aşık bir adamın hikayesi. Bütün bunlar aşk için. Hepsi aşk için. Gen transferi dehası doktor, sert görünüşünün altında, çok aşık. Saf aşık raddesinde inanıyor. Daha önce de kandırılmış, affediyor. Sonra yine affediyor, yine kanıyor. Filmi tek başıma izlerken, sonlara doğru kendimi “hayır enayi, yapma saf” türünde söylenirken buldum.
Bir nokta var ki, o da bence filmdeki hemen herkes suçlu, ama hiçbiri bunlar olsun istemezdi. Ne Doktor Robert, ne Vera-Vicente, ne de hizmetçi-anne.. Hepsi lanet okunmayı hak ediyor, ama tam okuyacakken bir ‘yazık oldu’ fikri aklından geçiyor. Bu da usta Almodovar’ın stili ve başarısı.

Filmin hikayeyi işleyiş biçimi, tam yerinde geriye dönüşlü anlattığı konusu, kurgusu çok iyi. Ama sonunu beğenmediğimi söylemek zorundayım. Son sahne olmasa, bize daha fazla soru işareti kalacaktı, ayrı bir tat bırakacaktı diye düşünüyorum. Orası olmadı Pedro’cum.

İçimde büyüyen sevgi: Antonio Banderas, hakikaten Antonio Banderas’mış, bu filmde bunu anladım. Bugün Antonio Banderas’a aşığım. Yarını bilmem.


Sonra içimde kabaran bir nefret, o hain eski karısı Gal için. Gal’cim sen iyi misin? Sen bu doktoru bırak, o ayıyla kaç. Kaplan’mış, hıh.
Sonra içimde bir acıma, bir üzüntü, kızı için. Kırk yılın başında sosyalleşecekti ki, pişmiş tavuğun başına gelecek türden hadiseler cereyan etti.

İçinde Yaşadığım Deri, turuncuları, sarıları pembeleri görmeye alışık olduğumuz Almodovar’ın diğer filmlerine nazaran daha renksiz. Konusu da öyle. En iyi filmi olduğunu da söyleyemem. Bir ara deri görmekten içime fenalık geldi.

Bittiğinde ciddi ciddi oturdum, saf gibi düşündüm, Woody Allen’ı mı daha çok seviyorum, Almodovar’ı mı? Sonra dedim ki, herkese yetecek kadar sevgi var içimde. (The Love I Live In). Ama Woody, sen benim bir tanemsin.


Şu şarkıya gelirsek.. Yürek dağlasaymış?











Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...