3 Haziran 2012 Pazar

BELLE EPOQUE (1992)


THE AGE OF BEAUTY

GÜZELLİK ÇAĞI


Güzellik Çağı, 19. yy sonları, 20. yy başları savaş öncesi yıllarında, Avrupa’da güzelliğin, kadın güzelliğinin, kadın figürlerinin öne çıkarıldığı; modernizmin, özgürlükçülüğün, sanatın, deneyselciliğin doruk yaptığı, saadet devriymiş, bir nevi bizdeki Lale Devri.

Film, askeri birliğinden firar eden pasifist bir askerin, bir takım olayların sürükleyişiyle yaşlı bir adamla dost olup ve onun çiftliğine misafir olmasıyla başlıyor. Bir süre kaldıktan sonra, yaşlı adamın birbirinden afet kızlarının da eve gelişiyle evden ayrılamaz hale geliyor.

Ailenin, Fernando’nun, evde yaşananların anlatıldığı filminin arkaplanında, Avrupa’nın o dönemi hakkında fikir sahibi oluyoruz. İspanya’da monarşinin bitmesini, ruhban sınıfının artık çökmesini isteyen, cumhuriyeti bekleyen bir halk var. Siyasetin, antimilitarizmin yanında Hristiyanlık, eşcinsellik, anne-oğul, baba-kız ilişkileri ve hatta gelin-kaynana ilişkisi, yalnızlık, evlilik, aşk, cinsellik konularında da fikir beyan ederek neredeyse değinmedik konu bırakmıyor ve böylece Oscar kapısını açıyor Belle Epoque.

Belle Epoque, bana göre en çok, hiçbir konuda ayrım gözetmeyen bir cinsel özgürlük filmi. Cinselliğe çok özgün bir yaklaşımı var. Kadın erkek, homoseksüel heteroseksüel, genç yaşlı, bu konuda herkes aynı şekilde yer buluyor. Babayı biraz üzdüğü belli olan eşcinsel kızına annenin yaklaşımına bayıldım örneğin.
Baba, kızlarının cinselliği konusuna yemek yemelerinden bahseder gibi bahsediyor. Öyle ki, opera sanatçısı karısı turneden menajer aşığıya döndüğünde sevincinden havaya uçuyor, hatta sonrasında adamla sen mi boynuzlanıyorsun ben mi geyiği bile yapıyorlar.
Ve tabii evlilik kurumunda da ciddiyetle yaklaşılmıyor. Anneleri trene yetişsin diye bir öpücükle evlenmiş sayılabilecek kadar önemsiz onlar için.

İspanyol kadınlarının rahatça açığa vurdukları tutkularını başta eğlenceli bulduysam da, ilerledikçe bu devamlı uçkur derdindeki hallerinden sıkılmaya başlıyorum. Alışılmışın aksine öyle aşk aptalı kızlar yok bu filmde, tersine, erkekler daha çok aşk arıyor, kızlar uçkur derdinde diyebiliriz. Ben bu kadar uçkur derdinde kızı aynı evde bir arada görmedim arkadaş (desem yalan olur ehuehue).
Fernando yakışıklı, yemek yapamayan bu tiplere şahane yemekler yapan, kibar, anlayışlı, yardımsever, ideal erkek tiplemesi. Güven suistimal etmiyor. Bu halinden ötürü resmen evin damızlık erkeği muamelesi görüyor. Sırayla eşcinsel olan dahil bütün kızların elinden geçiyor. Böylece damızlık Fernando, eve iyice yerleşiyor. Ve hepsine aşık oluyor, evlenmeyi düşünüyor.


Uykusunda bile “Violetta’yı seviyorum, Rocio’yla evlenmek istiyorum, Clara…” diye sayıklıyor çocukcağız. Evlenmek için bu kadar can atan erkek zaten anca güzellik çağında olur. Bir daha da görülmemiştir böylesi.


Kızlarsa oralı değiller. Evlenelim diye can atan tipik kızlardan değiller. Yalnızca en küçükleri Luz (Penelope Cruz) bu nimetten faydalanamıyor ve Fernando’ya aşık oluyor, onu fark etmediği için bozuluyor.

Bir an için Küçük Kadınlar’a benzetecek oldum ama, onlar ne kadar masumsa bunlar o kadar oyunbazlar. Filmin bir hoşlanmadığım yanı da bu. Kadınların sadece oyunbaz, düzenbaz, planlar yapan, şehvet düşkünü olarak gösterildikleri filmlerden yalnızca biri. Böyle grileri içermeyen, kadın ya çok erdemlidir ya da böyledir şeklinde keskin şekilde ayrılan hiçbir fikirden, üründen hoşlanmıyorum.
İçlerinden tek ayrılan, Luz. Onlar gibi olmak istemiyor. O farklı. Onun için duygular önemli.

Söz Penelope’ye gelmişken, onun filmdeki halini gördükten sonra, evrime tamamen inanır oldum. İki parmak kaşlarıya, örgü saçlarıyla çirkinleştirilmek istense de bu kadar değişim bence fazla. Sanırım insanlar güzelleşmemeli demek üzereyim. Şaka şaka, lokum gibi Javier'i kapsan da hastanız Penny :(


Son olarak, film ne yazık ki, bir pembe dizinin uzun ve güzel bir bölümü gibi. Özellikle başlarda, sanki yönetmen “-motor!” demiş ve onlar ifadeyi hemen takınmaya çalışmışlar gibi aşırı yapay bir havası var. Yapay mimikler, jestler, yutkunmalar, nefes almalar, gereksiz kaş göz hareketleri batıyor. Konu ilerledikçe en azından kendimizi hikayenin akışına bırakabiliyoruz.

Açıkçası En iyi yabancı film Oscar’ını almış olduğu için incelemeden geçmeyeyim dedim Belle Epoque’u. Önerir miyim? Pembe dizi severlere, evet.
Nefilm’ce filmin puanı: 6/10.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

TWO LOVERS (2008)


İKİ AŞIK





Başkasını gören gözlerde kendini bulmak mümkün müdür?
Mutluluğu kaybedeli çok olmuşsa umutlanmak yersiz midir?
O ağzını yediğim karizmatik Joaquin Phoenix ve tipik bir çok güzel oluşu dışında genelde oyunculuğundan hazzetmediğim Gwyneth Paltrow, sıradan romantik komedilerin kesmediği bizlere iyi bir aşk filmi sunmuşlar da haberimiz yokmuş. Güvendiğim bir arkadaşımın önerisi olmasaydı izler miydim bilmem. Çok boş bir anımda, canım çok sıkkın olsaydı belki. Ender olarak iyisine rastladığımızda fazla iyi bile olabilseler de, bu tip aşk filmlerine güvenimi yitireli çok oldu.. desem de dayanamam, izlerim, şaşırmayı beklerim. Şaşırdıkça da yazarım. Ancak Two Lovers için aşk filmi tanımlaması hem yanlış olur, hem de haksızlık.
Kısaca konusu: Leonard, nişanlısı tarafından terk edilmesiyle hayatı altüst olmuş, defalarca kez intihara kalkışmış, bipolar (bu biraz klişe olmaya başladıysa da) ailesiyle yaşayan bir adamdır. Güzel komşu Michelle’in gelişiyle içinde aşk ve tutku filizlenmeye başlar. Öte yandan, iş ilişkilerinin bulunduğu aile dostlarının hoş kızı Sandra da hikayeye dahil olur. Biz de yaklaşık iki saat boyunca ara bile vermek istemeksizin Leonard’ın hikayesine kendimizi kaptırırız.
Leonard’ın kişiliği üzerinde çalışıldığı çok belli olan, izledikçe onu sevdiren detaylar vardı; evde pek konuşmazken arkadaşlarının yanında bir eğlence canavarı haline gelmesi, genel sünepeliğini birden atıp, ani kararlar vermesi, çekingen olmasını beklerken ortaya fırlayıp dans etmekten kaçınmaması gibi. Hayatının ve odasının darmadağın haline bakmadan güzel kızı elde etme isteği, kendine çeki düzen veremese de hayatında düzen beklentisi gibi, fotoğraf çekmekteki arzusu gibi.
Eğlence canavarı Leonard için;


Aslında, Leonard’ın tek isteği mutlu olmak. Mutluluğu, insanları üzmekten çekinmeden, gözü kara bir arayışı var. Film bize diyor ki, mutluluk bizim aradığımız yerde değil, bizi bekleyen bir yerde. Orasının neresi olduğunu bulmak gerekiyor. Bunun için de farkında olmak, görmek, değer bilmek gerekiyor.
Hikaye şimdiye kadar anlattığım şekliyle normalin ötesinde görünmüyorsa da filmin hoş havası, New York atmosferi, görüntü kalitesi ve en önemlisi kişilerle bütünleşmiş oyunculukları çok iyi. Öyle ki, Leonard’mışçasına hissettiğim anlar oldu, sonunda ne yapacağımı merakla bekliyordum :) Bir Amerikan ailesini filmlerde görmeye alışık olduğum şekilde birbirlerinden bihaber ve umarsız değil de, birbirlerini düşünen, değer veren bir anne-baba figürü olarak görmeyi sevdim. Leonard’ın tutunma çabasını ve ailesinin onun artık mutlu olmasını bekleyişini sevdim. Selvi Boylum Al Yazmalım’sı finalini sevdim.



Mutluluğu yakınımızda bulabilelim umarım. (mutluluk içimizde!)
Nefilm’ce filmin puanı: 6.5/10

23 Nisan 2012 Pazartesi

BLUE VELVET (1986)



MAVİ KADİFE





David Lynch filmlerini çok severim.

Hepimizin çılgın “…… olsa ne olurdu” fikirleri vardır. Aklımızdan makul bir insanın yapmayacağı, inanılmaz düşünceler geçmiştir. Okulda törende, ortaya fırlayıp bağırmak, bağıra bağıra küfürler etmek gibi. Uluorta soyunmak, dans etmek gibi. Bayram ziyaretinde ahiret soruları soran teyzeyi yerinden kalkıp tokat manyağı yapmak gibi... arttıranın hayal gücüne kalmış :) Tabii burada çok hafif örneklerden bahsettim (aile blogumuz üst bilinçtedir). Bilinçaltının dehlizlerinde neyle karşı karşıya olduğunu kişinin kendisinin bilmesi bile ne yazık ki pek mümkün değildir. İşte David Lynch filmlerinde bunlara yer verir.

Stil olarak onu David Lynch yapan temel özellik, genelde filmlerinin gerçekten sapıp, mantığa uymayan noktalara girmesi, açıklaması üzerinde düşünüldükçe mümkün, zamanla giderek anlaşılır hale gelmesi ve hatta tekrar izlendiğinde yakalanacak detaylarla dolu olması. En derin arzuları tutkuları, en mahrem sırları yansıtması. Hayatın aslında nasıl olması gerektiği, nasıl olabileceği, nasıl olmasını istediğimiz gibi konularla ilgilenen filmler olması.

Blue Velvet, genç bir delikanlının dolaşırken bir kulak bulması ve tabii ki araştırmadan edememesi (Cem Yılmaz’ın dediği gibi kampın en alengirli yerlerine girmesi) ve sonrasında başına gelen olayları anlatan bir film diyelim, ama bu da çok yüzeysel kaldı film için.
Ben bir David Lynch filmi için sahne sahne “şurada adam şunu demek istedi”, “bu bunu yansıtıyordu” olayına girmek istemiyorum çünkü hem konular kısaca bahsedilecek basitlikte değil, hem de sayfamın asıl amacı, etkileyici sahne ve müzikleri sizlerle paylaşmak.

Şunu söylemeliyim ki, Blue Velvet ne yazık ki bir Mulholland Drive, bir Lost Highway tadı veremiyor. Ancak oldukça başarılı müziklere sahip.

Filmimiz, Amerikan rüyasına ait görüntülerle başlıyor. Bobby Vinton'un 60'lı yılların popüler olmuş, filme de adını vermiş güzel şarkısı Blue Velvet eşliğinde başlayan filme ait ilk sahnemiz abartılı ölçüde mutlu ve mükemmel bir Amerikan banliyösü görüntüleriyle başlıyor, tam David Lynch'lik şekilde sona eriyor.




Bu kez de filmdeki anne yansımamız, güzeller güzeli (Dorothy) Isabella Rossellini'den Blue Velvet:



İzleyen birçok kişinin aklında Dorothy eminim "Hit me!" deyişiyle kalmıştır.

Ve kahramanımızın çocukluğunu bize bağıran "In Dreams" (Candy Colored Clown), Roy Orbison tarafından seslendirilmiş. Dean Stockwell'in canlandırdığı karaktere de (Ben) ayrıca bayıldım.


Ama bana göre filmin en harika tipi Frank. Küfür bir insanın ağzına daha önce hiç bu kadar yakışmamış olabilir. Söylediği bazı şeyleri inanılmaz yaratıcı buldum ve karakter yapı olarak komik olmaktan uzak olsa da abartılmış halinden ötürü eğlenceliydi.




Defalarca kez söyledikleri gibi, "It's a strange world, isn't it"? 

17 Nisan 2012 Salı

THE APARTMENT (1960)

GARSONİYER


Dedikleri gibi, bir sinema ve senaryo dersi, The Apartment.
Nasıl tatlı bir film.. Nasıl abartmadan komik, nasıl çaktırmadan zeki..


Konusu kısaca şöyle diyelim: Dairesinde yalnız yaşayan bekar bir adam, C.C. Baxter, çalıştığı şirkette daha üst kademedeki kişilerin terfi ettirme vaatlerine karşılık dairesini çapkınlıkları için belli saatlerde onlara vermeye razı olur, zamanla işler karışır.

Jack Lemmon’ı, daha doğrusu C.C. Baxter’ı o kadar çok sevdim ki.. Uzun süredir bir karakteri bu kadar çok sevmemiştim. Ekrana girip sarılmak isteyişimden bahsediyorum J
Tenis raketiyle makarna süzen bir adamdan söz ediyorum burada. Yalnız buradan bir genel Jack Black karakteri aptallığı düşünülmesin. Sadece pratik, bekar bir adam. J


Film boyunca güldüm, sırıttım, kıkırdadım, kahkaha bile attım.. Daha ne olsun? J
Shirley MacLaine’in karakterinin mızmızlığı zaman zaman sıkıcı olduysa da biz kızlar aşık olduğumuzda böyle olabiliyoruz, hele de umutsuzsak ve kandırıldığımızın farkındaysak.


"C: -Kaç Erkeğe aşık oldunuz?
 F: - Üç." :))


Unutulamayacak repliklerle dolu. Hatta bana tanıdık gelen cümleler oldu, 1960’tan günümüze gelmiş.

“F: -Sorun nedir?
 C: -Ayna kırılmış.
 F: -Evet biliyorum. Böylesi hoşuma gidiyor. Bana kendimi hissettiğim gibi gösteriyor”.


 -“Evli bir adamla berabersen, rimel sürmeyeceksin”.



Sonu bize istediğimizi veriyor. Ancak gerçek hayatta pek böyle şeyler olmadığından, film benim gözümde gerçekçiliğini yitiriyor. Maalesef bu da romantik komedi olmanın şartı.

Yine de çok sevdim. Keyifle öneririm.

13 Nisan 2012 Cuma

THE REMAINS OF THE DAY (1993)


GÜNDEN KALANLAR


En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi erkek oyuncu dahil sekiz dalda Oscar'a aday olmuş, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere'sinde geçen çok naif bir aşk hikayesi The Remains Of The Day.
James Ivory, bizlere İngiliz kültürü hakkında çok detay içeren, kaliteli görüntülere sahip bir film sunmuş. Bu tip klasik havalı filmler izlemeyi özlemiştim. (O nasıl oluyor denirse, hafif karanlık, dekor ve görüntü genelde kahverengi tonlarında, diyaloglar biraz ağır ve fazla kibar şeklinde kendimce saçmasapan şekilde özetleyebilirim).


Bu bir aşk filmi değil. Ama aşk filminin bana göre hası. Değil ama öyle.
Yüzeysel bakarsak bir lordun malikanesindeki hizmetlilerin hayatından bir kesit sunan bir film. Biraz daha bakarsak İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiliz feodal yaşam tarzını hizmetliler vasıtasıyla anlatan bir film. Ama tüm bunlar aşk hikayemizin gölgesinde kalıyor. Aşk aşk dediğime bakmayın. Bu bir aşk filmi değil. Ve bu kesinlikle bir aşk filmi.

Ben filmin hiçbir şey söylemeden çok fazla şey anlatabilenini severim.
Aşk varsa, anlamak için ne gerek var ay ışığına, ne gerek var sağanak yağmur altında bağıra çağıra söylemeye ne gerek var kavga ederken aniden sarılmaya.
Filmler genelde hayattan o kadar kopuk ki, iyisini de kötüsünü de anlatsa o kadar şölen ki; kaptırdığın film bittiğinde geriye kalan soru şu: benimkinin neresi hayat?
Bilirsin ki Yüzüklerin Efendisi fantastik, Geleceğe Dönüş bilimkurgu. Gerçek hayatta geçen filmlerin yapaylığı şüphesiz çoğu izleyicinin “benim hayatım gibi olsa neden izleyeyim ki” düşüncesinden ötürü. Ama bu kadar tesadüf, bu kadar aşk beşgeni, film boyunca karman çorman olmuş herşeyin son dakikada düzelmesi tarzı numaralar, sarmıyor. Bu filmde bu saçmalıklara yer yok.

Ben oyunculukların bakışla herşeyi anlatabilenini severim.
Ki bu filmde harikalar yaratmış Anthony Hopkins ve Emma Thompson bunun kitabını yazabilecek durumdalar.








Mr. Stevens neden bu kadar kapalı kutu sorusunun cevabı, açık seçik şekilde babasında. Hasta yatağında bile işi düşünen, evladıyla sağlıklı bir iletişim kurmamış bir baba. Ölmek üzereyken hasta yatağında söyledikleri bile şu şekilde: “Annene olan aşkımı kaybettim. Bir zamanlar aşıktım. Onun devam ettiğini görünce içimdeki aşk söndü. İyi bir evlatsın. Seninle gurur duyuyorum. Umarım iyi bir baba olmuşumdur. Elimden geleni yaptım. (Burada Stevens belki de dayanamayıp, parmak ucuyla babasının eline dokunuyor). Aşağı insen iyi olur. (Yemeği kastediyor). Yoksa ne yapacaklarını tanrı bilir” diyor. Ve Stevens odadan çıkıyor. İlişkileri bu şekilde.
Bu terbiyeyi alarak yetişmiş Stevens’ın değil aşkını ifade etmesini, Sally’nin yüzüne bakmasını beklemek bile hata. Ancak son sahneye kadar bekliyorsunuz. 
Ms. Kenton’ın Stevens’a bakışlarında ise sessiz çığlık denen şey neymiş onu görüyorsunuz.



Son sahne stil olarak Selvi Boylum Al Yazmalım’ı hatırlattı gibi. Ah ah.





Söylenmemiş aşkların güzelliğine lanet olsun.

Şöyle de minik bir opera sahnemiz var, ben sevdim ve 'hanfendiyi' çok zarif buldum.. Ancak Hugh Grant'i daha önce hiç bu kadar şapşal gördüğümü hatırlamıyorum.






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...