30 Ocak 2013 Çarşamba

AYIN BİRİ KİLİSESİ

Merhaba maneviyatına düşkün blog okuru!
Bu kez sizlere çok moda olmuş bir kiliseden bahsedeceğim.
Vefa’daki Meryem Ana Kilisesi/Ayazması, nam-ı diğer Ayın Biri Kilisesi’ne gittim, gördüm; ettiğim dua benim olsun, size gözlemlerimi anlatmak istiyorum.


Öncelikle herkesin her türlü inancına saygı duyulması zorunluluğunu hatırlatmak isterim.
Yargıda bulunmak, yadırgamak, kimsenin haddine düşmez.
Mühim olan iç huzuru.

Dua etmek için tabii ki illa bir yerlere gitmek zorunda değiliz. Fakat bazı mekanlarda enerjinin daha yoğun aktarıldığına ben de inanıyorum.
Benzer şekilde camilere, türbelere de sık sık girer dua ederim. Böyle de bir tipim. Artık iyice tanıştığımıza göre, devam edebiliriz.

15 Ocak 2013 Salı

GROUNDHOG DAY (1993)


BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ


Defalarca kez baktığım IMDb Top 250 listesinde nasıl gözden kaçırdığıma şaşırdığım bir film, Groundhog Day. Bugüne dek nasıl dikkatimi çekmedi, nasıl eşten dosttan da duyamadım bilemiyorum. Hemen telafi ettim.


Phil, dandik bir kanalda hava tahmincisi. Kanalının her yıl görevlendirdiği üzere, hiç istemeyerek, beraberinde prodüktör Rita ve şapşaloz kameramanla köstebek gününü gözlemek ve haberini yapmak için hiç istemeyerek Punxsutawney’e gidiyor.
Biraz aksi ve işini isteksizce yapan biri olduğundan, Rita onu bu yıl daha iyi bir otele yerleştiriyor.
Phil sabah saat 6’da radyo alarmıyla uyanıp çıkıyor; ekiple beraber köstebek günü haberini yapıyorlar ve  dönmek üzereyken fırtına nedeniyle yolların kapandığını öğrenip Punxsutawney’de kalıyorlar.


Ertesi gün uyandığında önceki gün yaşadıklarının bire bir aynısını yaşamaya başlıyor. Aynı konuşmalar, olaylar, her şey tamamen aynı. Her gün aynı otel odasında, saat 6’da, aynı radyo alarmındaki aynı yayınla aynı güne başlıyor.
Ve Phil 8 yıl 8 ay 16 gün boyunca her gün, aynı günü yaşıyor. Bunu dvd yorumlarında yönetmen Harold Ramis söylemiş, bence biraz aşırı olmuş. Adamlar saymışlar; filmde geçen net gün sayısı 38’miş. Bu da saçmalık tabii, aradan geçen uzun zaman da hissediliyor. Benim hissettiğim, 6-8 ay civarıydı. Fakat 6 ayda bir insanın karakterinin bu kadar dönüşemeyeceği, pesimist bir insanın optimist biri olamayacağı da kesin.


Aşama aşama değişerek, aynı hayatı farklı şekillerde yaşayan Phil’in elde ettiği farklı sonuçları gösteren bir film bu. Bir günü ne şekillerde ele alabileceğimizin bizim elimizde olduğunu, meydana gelen sonucu tamamen bizim yarattığımızı gösteriyor. Kendimizi insanların gözünde nasıl konumlandıracağımız elimizde, diyor bize.
Aynı Phil, aynı günü beş karış surat ve aksiliklerle de tamamlayabiliyor, olmak istediği kişinin ancak bir sureti olabildiği için yüzüne gözüne de bulaştırabiliyor; aynı gün intiharla da sonuçlanabiliyor; kendin olup, hayatı sevgiyle kucaklayarak; insanlara yardım edip kendini sevdirerek, mutlu sonuçlarla da bitebiliyor.
Değişen bakış açısı, hayatı değiştiriyor.
Nasıl bakarsan, onu görür, öyle yaşarsın.  

                                     

1993 senesine yakışır klasik, beklediğimiz türde bir finali var filmin. Bugün çekilecek olsa böyle bitmezdi, eminim. Hayatla ilgili bir mesaj bombardımanı da yok değil.

Bu film sayesinde Amerikalıların geleneksel olarak her yılın 2 şubat günü kutladıkları, köstebek günü dedikleri saçma sapan bir adetlerini daha öğrenmiş olduk. Yuvasından çıkan köstebek eğer hava güneşliyse kendi gölgesini görüp yuvasına geri dönermiş; bu da kış 6 hafta daha sürecek anlamına geliyormuş, pes.
Amerikan adetlerini kendi adetlerimden daha iyi biliyorum neredeyse. Sağ olsun Hollywood.


Andie MacDowell, her zamanki gibi, bebek gibi. Rolü gereği de olağanüstü bir kadın. Kendimi bildim bileli reklamlarında oynadığı L'oreal Revitalift sayesinde sanırım, hala öyle. Bill Murray, çok içten, çok gerçek bir oyun sergilemiş, çok sevdim.



Filmin geçtiği çoğu mekan, alışık olduğumuz Universal stüdyosunda. Nasıl burada bu kadar çok film çekmişler, utanmamışlar mı cidden anlam veremiyorum. Böyle stüdyo mu olur. Meydandaki evlerin dükkanların vs. iki boyutlu olduğu o kadar belli ki. Daha da komiği Geleceğe Dönüş dekorunun neredeyse aynısı. Punxsutawney değil, Hill Valley adeta. Ufak renk değiştirmeler var. Saat kulesine bile kıyamamışlar. Phil’in sürekli döndüğü, dilenciye para verip lise arkadaşıyla karşılaştığı köşe, bildiğin Cafe 80’s. Öyle olunca da mekanların gerçek yerler olduğu algısı oluşmuyor. Tiyatrodan çok da farklı değil. 

                                                                       Şekil 1.a: Punxsutawney

                                                                       Şekil 1.b: Hill Valley                                                     

Son olarak kahramanın başına gelen olayın benzerliği sebebiye Groundhog Day, bana kendisinden çok sonraları gelen Truman Show'u (1998) ve Lütfen Beni Öldürme'yi (2006) hatırlattı. Öncesinde bir benzeri varsa da ben bulamadım.

NeFilm Puanı: 6.5/10

27 Aralık 2012 Perşembe

The Hobbit: An Unexpected Journey (2012)

HOBBİT: BEKLENMEDİK YOLCULUK


11 yıl sonra yeniden Orta Dünya’ya hoşgeldim!

Fanatik düzeyde bir yüzük kardeşi değilim ama The Lord Of The Rings serisini defalarca kez izledim, severim.
Bana göre “Bir film ne kadar mükemmel olabilir” sorusunun cevabı, “Yüzüklerin Efendisi kadar”dır. Nokta.                   

                          


Bu nedenledir ki Hobbit, haberdar olduğumuzdan beri merakla beklediğimiz bir seriydi, sonunda ilk filmiyle karşımızda.

Kısaca konusu:
Frodo Bilbo'nun 111. doğum günü partisine gelen Gandalf’ı karşılamaya gittiği sıralarda, Bilbo’nun anılara dalmasıyla 60 yıl önceye gidiyoruz.Yüzüğün Frodo’ya geçmeden önceki zamanlarına, Bilbo’nun gençliğine.
Korkunç ejderha Smaug’un doğuda bir cüce diyarını alt üst edip yıkışından yıllar sonra 13 cüce, eski kralın oğlu efsanevi savaşçı Thorin Oakensheild'in liderliğinde vatanlarını geri almak için yola çıkarlar. Onlara yarımcı olacak büyücü Gandalf, ekibe katılması için hobbit olarak Bilbo Baggins’i seçer. Evine, yurduna, rahatına düşkün Bilbo -eli mahkum- cücelere yardım etmeye razı olur ve yolculuk başlar.  

16 Aralık 2012 Pazar

ONE DAY (2011)

BİR GÜN


Gelecekte eminim yine karşılaşacağız, ama arkadaş olacağız.”


David Nicholls'un bestseller romanından uyarlama One Day. O günlerde çok popüler olmuştu, ben de okumak istemiştim ama fırsat olmadı. Ben de artık filmini izleyeyim dedim, tam da aşk filmi havamdayken.

Emma ve Dexter, mezuniyet sonrası, üzerlerinde cüppelerle, sabaha karşı tanışırlar ve eve geçerler. Emma bu durumları yüzüne gözüne bulaştıran bir tip olduğundan, yürümez ancak arkadaş kalmaya karar verirler. Birbirlerinden hep haberdar olmak suretiyle, her yıl 15 temmuz günü buluşurlar.
Biz de, 1988’deki mezuniyetlerinden 2006’ya kadar her yılın 15 temmuz gününü izleriz.


Sanki karşımızda bir ilişki-zaman grafiği var. Bazen pik veren, bazen apsiste bir grafik.
Emma potansiyelini açığa çıkaramayan biri. Buna rağmen hep çabalıyor, köhne bir yerde garsonluk yapıyor, öğretmen oluyor, sonunda yazar olmayı başarıyor; hep çalışan, emek veren biri.
Dexter’sa tam bir ağustos böceği. Zengin, havai, dışadönük, zampara bir adam.
Aradan geçen yıllarda Dexter’ın hayatı düşüşe, Emma’nınki yükselişe geçiyor.



Ve sonra..
Oğlumuz adam oldu, ama zaman diye birşey vardı.
Issız Adam’a ağlayanlar bunu izlerken de hıçkırıklarını gözyaşlarını tutamayacaktır. 

Her yılın aynı gününü izleyerek hayattaki değişime tanıklık etme fikrini çok sevdim.
Zaman ilerleyişini, onlarla beraber modanın ve tarzlarının da değişimi izlemek eğlenceli.
Filmin başarısızlığı, yıllar atladıkça bizim bunlar arasında çok az bağlantı kurabilmemiz.
Filmin mottosunu yakaladıktan sonra senaryoya kendi kafamızdan eklemeler yapmamız gerekiyor.
Emma’nın yaşadıkları, hissettikleri çok yetersiz kalıyor. 
Bu yüzden hikayeyi sevdim ve keşke kitabını okusaydım dedim.
Çok güzel görüntüler var ve yine de hoş bir aşk hikayesi; bu yüzden yazmak istedim.


Anne Hathaway zaten iyi bir oyuncu, ben de seviyorum artık kendisini.
Jim Sturgess’i ise ilk kez izledim. Abartmıyorum, bakkalın çırağı kadar bir karizması var. Kimse kusura bakmasın. Hiç beğenmedim hiç. Olmamış. Nasıl yakışmıyorlar birbirlerine, nasssıl. İzledikçe Ryan Gosling’in değerini anladım. O karakter ayağa kalkardı. (Canım Ryan, herşeyin olduğu gibi senin de değerini zamanında bilemedim. Seni seviyorum. Bana ulaş). Jake Gyllenhaal da iyi giderdi.

Aşk filmi severlere, kafa boşaltmak isteyenlere, sevgilerle. 
NeFilm puanı: 6/10

6 Aralık 2012 Perşembe

MOONRISE KINGDOM (2012)


Çocuk filmi desen değil, yetişkin filmi desen değil.
Moonrise Kingdom’ı izlemek hoş, duru bir hikaye okumak gibi. Eskilerden birşeyler hatırlamak gibi.
Bir Wes Anderson hikayesi.


Çok kısaca konusu: izci kampında sevilmeyen bir oğlan ve ailesiye iletişim kuramayan sorunlu bir kız -yaşlar 12- beraber evden kaçarlar. Tabii izciler, aile, polis, aramaya koyulurlar. Bulabilecekler mi, aralarına girebilecekler mi, ne olacak, bitecek onu izliyoruz ama çok güzel bir ilk aşk öyküsü ve yeni bir dünya izliyoruz.

Oyunculara gelince.. Yan rollerde Bruce Willis, Edward Norton, Frances McDormand, Bill Murray ve Tilda Swinton karşımıza çıkıyorlar. Ancak filmin esas kahramanları iki yeniyetme: Kara Hayward ve Jared Gilman (98’liler!!).


Bu çocuklara ba-yıl-dım. İkisinin de ilk filmleriymiş. Cidden bravo. Şahaneler. Bir de bizim filmlerdeki çocuk ve genç oyunculara bak :( Örnek bile vermek istemiyorum.
Tek garabet, kız oğlandan biraz büyük duruyor (gerçekte bir ay büyükmüş). Buna anlam veremedim. Kızlar genelde daha erken olgunlaştıkları için böyle seçilmiş olabilirler.

Kızın yüzündeki o ifade, bakışlarındaki anlam derinliği.. Bakışlarıyla konuşuyor adeta. İleride çok görebiliriz kendisini.
Çocuğun bakışlarından zeka fışkırıyor. Bilmiş seni. Kara kaşını kara gözünü yerim yer!

Kızın (Suzy) yaşıtlarına göre çok olgun tavırları, ailesiyle yaşadığı iletişim sorunu, onu iyi tanımayanların -hemen herkesin- ondan beklemeyeceği davranışları, ve ondan umulmadık beklentileri.. Yerinde mantığı, baskın çıkmasına izin verdiği duyguları, inandığı birşey için kendini böyle adayışı.. Kesin akrep burcu bu kız!
Bana kendimi, birilerini, birşeyleri hatırlattı. ‘Ben de olsam o çocuğa aşık olurdum, ben de olsam bütün bunları yapardım’a kadar vardırdım düşünceleri.. Böyle bir özdeşleşmişim bir ara.

Çocuksa (Sam) ailesini yitirmiş, çeşitli sorunları olan biri olduğundan herkes ona karşı önyargılı. İnsanları başlarından geçenler üzerinden değerlendirişlerimizdeki haksızlığı yine anlıyorum.

İçlerinde bambaşka bir dünya var sanki.
Başka biriyle bambaşka bir hikaye yazmanın, başka bir dünya kurmanın güzelliği.
Başka hayatlar mümkün.


Filmde bir bakıma çocuklar yetişkin gibi, yetişkinler çocuk gibi. Çünkü aklın kuralları, sınırları yok. Bir çocuğun tecrübe dışında bir yetişkinden ne eksiği var ki?
Zaten çocuklar çocuk olmaktan nefret eder, bir an önce büyümek isterler; yetişkinlerse çocukluklarına dönebilmek.

Bir filmin sonunda tüm taşlar yerine oturuyorsa bana göre o çocuk filmidir, havada kalan birşeyler gerçek hayata özgüdür; yetişkinlerin hayatına. Sonundan tabii ki bahsetmiyorum.

Buna benzer olarak 'yetişkin olunduğu halde çok sevilen gençlik filmleri' kategorisinde bir de My Girl vardı, anımsayana. 

Son olarak, Moonrise Kingdom, sinematografisi, sanat tasarımı iyi bir film. Oscar’da karşılığını bulma ihtimali yüksek.
Sapsarı rengi bana göre biraz sıkıcı ama kendine has bir hava katmış. Apayrı bir dünya kurmuş. Bir Wes Anderson dünyası.


                                      

Ve tabii Alexandre Desplat müziklerinin de bir adaylık getirmesi çok muhtemel.
Buysa, çocukların birlikte dans ettiği; Françoise Hardy'den, Le Temps De L'amour:



"-No, thanks". + "Yes thanks"
NeFilm puanı: 7.5/10

Moonrise Kingdom (2012) on IMDb
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...